Başlıktaki sorunun cevabına ulaşabilmek için daha genel bir soru ile başlamak gerekiyor. Günümüz çevre sorunlarının ve ekolojik yıkımın kaynağı veya temel sorumlusu kimdir? Bu soruya cevabımız “insan” ise hemen arkasından “hangi insan” sorusunu da sormamız gerekiyor. Yazının başlığındaki soruyu aklıma getiren olayın Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanının “Tarkan şarkısını söylesin, zeytinlikleri mi varmış, ne yapacakmış zeytini” demeci olduğunu sanırım tahmin etmişsinizdir. Bu bakış açısı kınamayla geçiştirilemeyecek kadar sorunlu ve derinlemesine sorgulanması gereken bir yaklaşımdır. İktidarın tüm figürleri ve aktörü kendi dönemlerinde dikilen fidan sayısını örnek göstererek çevreci olduklarını iddia edebilirler. Bu nedenle bakan ile Tarkan arasındaki bakış farklılığının aslında insan-doğa ilişkilerine bakıştaki farklılıktan kaynaklandığını söylemek mümkün. İnsanı doğanın karşısına mı koyuyoruz, yoksa doğanın bir parçası olarak mı görüyoruz?
İnsan merkezli (antroposentrik) yaklaşım insanların doğaya ve doğada yaşayan diğer canlılara karşı herhangi etik bir sorumluluğu bulunmadığını iddia ederken, çevre sorunlarının çözümünün teknolojiden geçtiğini ve bu yolla insanın doğaya sürdürülebilir bir şekilde hakim olabileceğini iddia etmekte ve doğayı sadece kaynak olarak görmektedir. Bu bakış açısı çevre problemlerinin nedenleri yerine etkilerine odaklanarak, sorunlara daha büyük sorunlar yaratacak çözümler geliştirmekten öteye gidememektedir. Adından bilimin, sanayi ve teknolojiye indirgendiği anlaşılan bakanlığın bakanı tarafından verilen demeç ve zeytinliklere bakış açısı bu çerçevede değerlendirilebilir. Doğa merkezli (ekosentrik) yaklaşımlar ise insanın doğa ile uyumlu bir şekilde faaliyetlerini sürdürmesi gerektiğine odaklanan ve insanların doğadaki diğer canlılardan üstün olduğu görüşünü reddeden ve doğayı kaynak olarak değil varlık olarak kabul eden yaklaşımdır. Bu anlamda bir tarafıyla “rant için zeytin ağaçlarına kıymayın” diyen Tarkan’ın da durduğu yer bu yaklaşıma yakındır.
Ekolojik yıkımın nedeni olarak tek başına insanı sanık sandalyesine oturtmak, o insanı ortaya çıkaran toplumsal ilişkilerin ve ekonomik sistemin gözden kaçırılmasına da neden olabilmektedir. Kapitalist ekonomik sistem sadece emekle değil doğayla da bir çelişki içindedir. Kapitalist sisteme içkin olan bu çelişkiyi başbakanın tabiriyle tesis mi-zeytin mi ikilemine hapsetmek gerçeklerin önüne perde çekmeye yönelik bir indirgemeciliktir. Zeytin ağacı zeytiniyle, yağıyla, prinasıyla, dalıyla, yaprağıyla, tarihiyle; gıdadır, sağlıktır, temizliktir, doğal kozmetiktir, merhemdir, enerjidir, gübredir, geçimdir, barıştır, kısacası bir kültürdür. Dolayısıyla zeytin ağacının kendisi zaten kocaman bir tesistir. Bu nedenle 39000 yıllık zeytin ağacı ile 250 yıllık sanayi kapitalizmi arasında yapılan kıyaslama her yönüyle anlamsızdır.
Zeytin ağaçlarının geleceğini tehlikeye atan son düzenleme ile yer açılmaya çalışılan madencilik faaliyetleri sermaye-emek ve sermaye-doğa çelişkisinin en görünür olduğu alanlardan biridir. O yüzdendir ki sermayenin emek üzerindeki tahakkümü Soma’da 301 madencinin ölümüne sebep olurken, doğa üzerindeki tahakkümü Yırca’da binlerce zeytin ağacına kıyılmasında bir beis görmemektedir. İşçi ölümleri gibi, zeytin ağaçlarının kesilmesi de madenciliğin fıtratı olarak görülüyor olabilir. Oysa ölümlerde, kıyılan ağaçlarda madenciliğin değil, ilkel sermaye birikiminin fıtratındadır.
Kapitalizmin başlangıcından itibaren mevcut olan, ancak son yıllarda alarm seviyesine ulaştığı için daha çok dikkat çeken sermaye-doğa çelişkisinin çözümü, insanı ve doğayı aynı anda merkezine koyabilecek bir toplumsal düzenden geçmektedir. O düzenin nüvelerini de uzakta değil içinde bulunduğumuz ayda aramak gerekiyor. Hayır ramazanda değil Haziranda.