Gıda egemenliği tartışmalarında, insanların gıdayla ilişkisi tanımlanırken, bazen aynı sözcüklere farklı anlamlar da yüklendiğini görüyoruz.
Bunlardan birisi “ülkemizin gıda egemenliğini savunuruz” şeklinde ifade ediliyor. Bu ifade gerek Türkiye’de gerekse başka ülkelerde farklı farklı zamanlarda kullanılıyor.
Her ülke yönetimi, öncelikle kendi halkının gıda ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bundan kuşku duyamayız. Bununla birlikte gıda sorunları eğer bir bölüşüm sorunu değil de, bir üretim sorunu olarak görülüyorsa ve bu “ülkemizin gıda egemenliğini koruyalım” fikri, bu temel üzerinde geliştiriliyorsa, sonuçları kabul edilmesi mümkün olmayan bir noktaya gidiyoruz demektir.
Şöyle ki; uluslar arası gıda tekelleri ısrarla bir üretim sorununu dile getirmektedirler. Yani “nüfus fazla ama üretim az” demektedirler. Bu şirketler doğal sonuç olarak üretimin arttırılması gerektiğini, üretimin arttırılması içinse GDO’ya, endüstriyel tarıma mecbur ve mahkum olduğumuzu söylemektedirler. İşin bu tarafı demagojidir. İnsanlığa kat ve kat yetecek kadar gıda üretimi var olduğu gibi, mevcut kaynakların verimli kullanılması halinde görünür bir gelecekte ne gıda ne de su sorunu bulunmamaktadır.
Gıda egemenliği sorunu kapitalist sistem içinde çözülemez. Yeni bir gıda sistemi yeni bir toplumsal düzenin kuruluşunu gerektirmektedir. Peki böyle bir ülkenin tarımsal dış dolaşımı nasıl yürütülecektir?
Öncelikle uluslar arası gıda tekellerine kesin bir gümrük uygulanmalıdır. Yani bunlara kâr sağlayacak ithalat ve ihracat yapılmamalıdır.
Bunun dışında elbette ülke içi ve dışında tarımsal dolaşım olacaktır, ama bu gerçekten adil esaslara bağlı kalınarak yapılmalıdır.
Bunun da ötesi, hiçbir toplum, başka hiçbir toplumu kendi çıkarları hesabına aç bırakamaz, aç ve susuz bırakmak şantajına baş vuramaz. Bir ülkenin gıda egemenliği hakkı; milliyetçilik, vatanseverlik üzerinden başka ülkelerin halklarını aç ve susuz bırakma hakkını kimseye vermez. Tam tersine “gıda egemenliği” kavramı bütün insanların gıdaya ve suya erişim hakkını garanti altına alır.
Gümrük meselesi aslında bugün var olan ülkelerin sınırlarının içinde de değerlendirilmelidir. Bazen ülke içinde dahi bazı tarımsal ürünlerin nakilleri durdurulabilir. Bu yerel üreticilerin korunması, kendine yeterliliğin sürdürülmesi açısından gerekli olabilir.
1929 krizi sonrasında bütün dünyada kapitalizm “ithal ikamecilik” denilen bir ekonomik yöntem uygulamıştı. Bu, “1929 krizi pazar problemleri nedeniyle çıktı, bu nedenle her ülke belirli ölçüde kendi pazarını yaratsın” fikrine dayanıyordu. Bu süre içinde kapitalist metropol ülkeler kullanım süresi dolmuş teknolojilerini sömürgelerine naklettiler, bu teknolojiler girdikleri ülkelerde daha güçlü kapitalist ilişkiler ve elbette pazarlar yarattılar.
İlginçtir bu zaman süresinde gümrük duvarları bu geri ülkeler için övünç kaynağıydı. Neo-liberal dönem ise artık kuluçkaya yatırılan tavukların altındaki civcivleri toplama dönemi oldu.
Sömürge ülkelerdeki gümrük duvarları bu ülkelerdeki geç milliyetçilikle kendisine ideolojik bir kılıf bile bulmuştu.
Neo-liberal tarım programları şimdi milyonlarca çiftçiyi işinden ediyor, insanları aç, susuz bırakıyor, ne olduğu belirsiz gıdalarla karınlarını şişiriyor.
Neo-liberalizm küresel bir tehdittir. Şimdiye kadar dünyada var olan en büyük yağma hareketidir. Gıdaya, suya el koyarak; dünyanın iklimini, doğal dengesini bozarak insanlığın üzerine çullanmaktadır.
Bu halde insanlık “küresel saldırıya karşı küresel direniş” sloganını bir gerçek haline dönüştürmek istiyorsa, dünyayı kana bulayan milliyet, din vs. ayrımları bir yana bırakması zorunludur. Bu hedefte “tarımsal ürünlere gümrük” uygulaması gıda tekellerine darbe vurulması açısından çok önemlidir. Böyle bir gümrük uygulanırken, aç ve susuz insanlıkla, ekmek ve suyumuzu karşılık beklemeksizin paylaşabilmeliyiz.