“Belki şehre bir film gelir bir güzel orman olur”. Sanırım buradaki şehir “Stockholm” ama TKP’liler Ayvalık’a bir film getirdiler: “Devrimden Sonra”.
“Mesele” beni de ilgilendirdiği için filmi gittim seyrettim. Bu konuda yazılmış bir çok eleştiri ve değerlendirme var (tıklayınız) , onları burada tekrarlamak istemiyorum.
Biçimsel olarak bakıldığında; kötü mizansenler, iyi oyuncuların kötü yönetimi, kötü bir kurgu vs. daha ne denebilir ki?
Öncelikle 8 temel konuda, devrimden sonra neler olabileceğine ilişkin hayallerin canlandırıldığı ifade edeyim. Bunlardan birisi de “tarım ve köylülük”.
Köylüler, devrimin olduğunu caminin minaresinden yapılan anons ve köy kahvesinde yapılan toplantıyla öğreniyorlar.
Toprak ağasının toprakları kamulaştırılıyor, küçük toprak sahiplerinin toprakları ise birleştirilerek ortak çiftlik haline getiriliyor.
Devrim böylece bu iki ana konuda sözünü söylemiş oluyor.
Öncelikle; gerek geçmişten bu yana yürütülen, gerekse son dönemde Çiftçi-Sen’in geliştirdiği pratik, Türkiye’de tarım, gıda ve köylülük sorununun; tek başına bir “toprak sorunu” olamadığını göstermiştir. Hatta toprak mülkiyeti meselesi, esas sorunun, “gıda egemenliği” sorununun anlaşılmasını güçleştirdiğini de ifade etmeliyiz.
Buna dayanarak toprak reformu, kamulaştırma ve kolektifleştirme, sorunun tümünü çözmekten uzaktır, hele bir sosyalist ütopya açısından yeterli ve anlamlı değildir. Toplumun tümünün gıdaya erişim hakkının koşulsuz olarak sağlanmasının garanti altına alınması, bunun toplumun, elbette çiftçi ve köylülerin aktif mücadelesiyle sağlanması herhalde bir başlangıç olabilirdi.
Film burada Rus yazar Zoşçenko’nun bir hikayesini tekrarlıyor. Mujik (köylü) pazarda mal satar. Kendisine verilen paranın üzerinde bir mujik resmi görür. Nedenini sorar. “Mujikler Çarın yerine geçti” derler ona. Mujik doğru tren istasyonuna gider. Kendisine kötü davranan İstasyon Müdürü’nü bulup yüzüne tükürür. İstasyon Müdürü tepki gösterince paranın üstündeki mujik resmini gösterir. “Artık Çar benim” der.
Film özellikle son elli yıldır verilen köylü mücadelelerinden, toprak işgallerinden, tefecilere ve uluslar arası tekellere karşı verilen mücadelelerden hiç haberi yokmuş gibi davranıyor. Bu mücadeleleri yürüten insanların hiç ütopyaları, gelecek tasarımları yokmuş gibi davranıyor. Kendi sığ ütopyasını dayatıyor. Böyle olunca ortaya bönce bir sonuç çıkıyor.
Ütopyanın ne olduğunun anlatılması için film bir yoldur, ama hayatın içinde o ütopyayı gerçekleştirmek esas olandır.
Bundan otuz yıl kadar önce bu ülkenin topraklarında, küçük bir kasabada, Fatsa’da, ütopya gerçek olmuştu. Diğer yapılıp edilen güzel işlerden başka fındık tüccarları, tefeciler silinip atılmıştı. “Devrimden Sonra” filminin yönetmenin soyadı “Aybastı”. Sanırım bu bir ironi.
Her mücadele kendi örgütünü, efsanesini ve elbette ütopyasını yaratır. “Devrimden Sonra” filmi Türkiye’deki mücadeleye doğru dürüst katkısı olamış bir zihniyetin, hayattan kopup, çocukça bile olamayan, zavallı bir dışa vurumu.
Bu zihniyet şimdiye kadar karşısında yer aldığı “devrim” fikrinin içini işte böyle boşaltıyor. TKP geleneğinin zamanında onca çamur attığı “Comandante Che Guevara” çalıyor filmin bir yerinde. Milyonlarca yoksul Latin Amerika köylüsü Che’nin suretinde gelecek özgür ve eşit bir dünyanın en sahici ütopyalarına uzanıyorlar.
O kadar uzağa ve geriye gitmeye gerek yok.
Daha dün HES karşıtı mücadelede Metin Lokumcu katledildi. Neden Hopa’da böyle saldırganlaştı burjuvazi? Laf çevirmeye gerek yok: Hopa’nın arkasında başka bir şey görüyorlar da ondan.
“Fatsa nevi şahsına münhasır bir olaydır, bugün bir Fatsa’ya göz yumulursa yarın yüz Fatsa olur” lafı kimlerin neden korktuğunun ifadesidir. Evet, bugün Fatsa’nın mirasçısı olduğu iddiasıyla ortada gezinenler; Fatsa’nın arkasındaki, inanç, birikim ve cesarete sahip değiller şüphesiz. Bütün bu pespaye halleri bile burjuvaziyi şeytan görmüşe çeviriyor.