“Ve sonra mallarını kaybedenleri çekti, batı…Açtılar, aç kurt gibiydiler…İkiyüz elli bin, üç yüz bin yoksul göçmen, Kaliforniya’ya akın etti…Karısı yanında, sıska çocukları arkada, yoldan geçen yersiz yurtsuz kalmış aç adam, kâr değil, gıda yetiştirebilecek ekilmemiş tarlalara bakar; bu adam, toprağı boş bırakmanın ne kadar büyük bir günah, ekilmeyen toprağın sıska çocuklara karşı işlenmiş bir cinayet olduğunu bilir. Şirketlerin malı olmuş tarlalar onu dürten bir değnektir sanki… Ve Güneyde, ağaçlar üzerinde sallanan sapsarı portakalları görür. Bir kimsenin, sıska çocuğuna bir portakal koparmaması, fiyatlar düştüğü zaman denize dökülecek olan bu portakalları çalmaması için her sırada eli silahlı bir adam nöbet beklemektedir.”
1929 büyük krizinde Amerika’da kırsal kesimi anlatan John Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanından bazı satırları okudunuz. Bu kriz o zaman Türkiye’yi de vurmuş ve ürün fiyatları düşmüştü. Çiftçiyi destekleme politikası Türkiye’de ilk o zaman genç Cumhuriyet’in önderlerince yürürlüğe sokulmuş idi. Şüphesiz o kriz ortamında Türkiye’nin ilk sanayi planının başlatıldığını da unutmayalım. İşte krizden yararlı çıkmak asıl bu anlama gelir. Yoksa IMF’ye yaklaşmak değildir.
Krizi yaratanın kapitalist sistem olduğunu ve az üretimden değil, tersine üretilenleri tüketecek alım gücünün çalışanlara verilmemesinden kaynaklandığını biliyoruz. Bir yanda portakallar çürümeye terk edilir, diğer yandan insanlar açlıktan ölürler. Amerika’da 1929’daki kriz yıllarında açlıktan ölenler de olmuştu.
Bu nedenle krizi yaratan insandır, çözümü de insan eliyle olacaktır. Ancak G20 Zirvesinden sonra yayınlanan açıklamada dünyanın güçlülerinin gene IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşları övdüklerini gördük. ABD ve yakın yandaşı gelişmiş ülkelerin, dizginlerini elinde tuttuğu bu kuruluşlarda hemen hemen hiçbir değişikliğe gitmek niyetinde olmadıklarını açıklamada söylemişler. Açıklamalarını okumayı sürdürelim. “IMF makro-finanssal uzmanlığı dikkate alınarak (yani dünyanın para işlerinden çok anladığını söylemek istiyorlar) var olan krizle ilgili dersler çıkarmada önder rol oynamalıymış”.(http://www.whitehouse.gov/news/releases/2008/11/20081115-1.html)
G20 Zirvesinden sonra bazı liderler ne söylemiş bir bakalım. George W. Bush “Finanssal pazarları daha saydam ve hesap verebilir yapmak konusunda ülkelerimiz anlaşmıştır.” demiş. Alman Başbakanı Merkel ise “Başkan Bush Haziranda görevinden ayrılmadan uluslar arası ticaret üzerine olan Doha görüşmelerinde bir temel anlaşmaya ulaşmak için acele edilmelidir”, Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Qin Gang ise “anlaşmanın, çok yönlü, pozitif ve dengeli” olduğunu söylemiş. (http://en.wikipedia.org/wiki/G20_summit)
Bush’a inandınız mı? Koskoca Irak’ı işgal edip, bombaladıktan sonra kitle imha silahı bulamadığını itiraf eden Bush’a ne düzeyde inanabilirsiniz. Hangi saydamlıktan söz ediyor. “Yönetim değişti Bush gidiyor” derseniz, Savunma Bakanının Obama döneminde yerini koruyacağını size söyleyebilirim. Ya Merkel’e ne demeli. Koyun can derdinde kasap et derdinde. Doha görüşmeleri güçlülerin istediği gibi sonuçlanırsa gelişmekte olan ülkelerin pazarlarını hemen hemen tamamen işgal etmiş olacaklar. Çin’i ise hala sosyalist bulanlar varsa temsilcisinin dünyanın patronları ile uzlaşan sözlerine dikkatleri çekelim. Unutmayalım ki Çin döviz fazlasını ABD devlet tahvillerine yatırıyordu. ABD ise bunların da yardımıyla Irak savaşını finanse ediyordu.
Krizin ülkemizi çok etkilememesini istiyorsak önce kendi aklımıza ve kendi halkımıza, kaynaklarımıza güvenmeliyiz.
GAZAP ÜZÜMLERİ: KRİZ KAPIYI ÇALINCA
“Çürüme Kaliforniya’nın her yerine yayılıyor…aç halkın kendi ürününü yiyebilmesine bir çare bulunamıyor…ürünler fiyatları düşürmemek için yok edilecek…milyonlarca halk aç, halka meyve lazım…dağlar gibi yükselen sapsarı yığınlara gaz püskürtülüyor… kanunun suç saymadığı bir cinayet bu… çünkü portakal kar getirmiyor… İnsanların bakışlarında bir şaşkınlık vardı ve açların gözlerinde de artan bir kızgınlık, bir gazap.”
John Steinbeck’in 1929 büyük ekonomik krizinde Amerika’yı anlattığı “Gazap Üzümleri” adlı romanında bu satırları okuyoruz. Tarım ürünleri fiyatları %60–80 arasında düşmüş idi. Şimdilerde bu düzeyde olmasa da bir ekonomik çöküşün olmayacağını kimse söyleyemez. Bu krizler kapitalist sistem için kaçınılmaz. Her 30–40 yılda bir böyle derin kriz çıkıyor. Krizin derinleşmesi yuvarlanan bir kartopu benzetmesiyle anlatılabilir. Kriz nedeniyle işçilerini atan işyerleri bu işçilerin gelirlerini sıfırlayarak genel mal talebinin düşmesine yol açarlar. Bu da başka işletmelerin mallarına olan talebi düşürerek onların da iflas etmelerine ve işçilerini atmalarına yol açar. Böylece bu kartopu büyüyerek hızla aşağı inmeye başlar. Sonunda dibe vuran ekonomi -bazen bu yok oluş için 2. paylaşım savaşı gibi savaşlar da gerekiyor- tekrar genişlemeye başlar. Bu arada olan çalışanlara olur. İşsiz kalan insanlar aç kalır. Ancak bundan belki daha da yıkıcı olan etki psikolojik çöküştür. İşsiz insan kendisini faydasız görmeye başlar. Bazılarında bu etki geri dönüşsüz olur. İş bulma olanağı elde ettiğinde çalışamaz bir kişi haline gelmiş olabilir.
ABD’de 1929 krizinde işsiz kalan kentliler hem gıdalarını üretecekleri hem de psikolojik çöküşlerini önleyecek bahçeler geliştirmişlerdi. Daha sonra savaşta askerler cepheye gidince zafer bahçeleri adı altında bu deneyim genişletilmişti. Böylelikle cephedeki askerlere daha çok gıda gönderilebiliyordu. ABD’de hala yaşayan kent bahçelerinin bir kökeni de bu kriz ve savaş yıllarıdır. Şu anda New York’ta bile ciddi anlamda bu tür bahçelere sahip Amerikalılar çok.
Şimdi Türkiye’de ne görüyoruz. İşverenler çıkaracakları işçilere ödeyecekleri kıdem tazminatını işsizlik sigorta fonlarından almak istiyorlar. İşçileri işten atmak kolaylaşınca bu durum kartopunu arkadan itmek demek oluyor. Bu patronların epeyce bir ekonomi öğrenmesi gerekiyor.
Her iş yerinin bir kişiyi işe alması gibi önerilerin ise hayatın buz gibi gerçeğine çarpıp yok olacağını söylemeye bile gerek yok.
Çalışanlar dünyanın hiçbir yerinde bu krizin nedeni değildi. Ancak sistem şimdi birden serbest piyasa masallarını unuttu ve işyerlerini kurtarma maskesi altında zenginleri kurtarmaya sarılıyor. Liberal denilen iktisatçılar işsizleri düşünmüyorlar. Daha doğrusu işsizleri kurtarma adı altında gene toplumun %5’ini kurtarmak istiyorlar. Bu nedenle de işsizlik fonlarına el atmayı düşünüyorlar. Formül gene çok açık. Karlı alanlar özelleştiriliyor, zararlar ise kamulaştırılıyor.
İstihdamı arttırmak mı istiyorlar? Bugün, kırsal kesim için bir öneri yapalım. Türkiye çapında büyük bir kırsal kalkınma projesine başlayalım. Mera ıslahı, sulama yatırımları, erozyonla mücadele vb. yapılacak çok iş var. Bu işler çok yatırım gerektirmeyen daha çok el emeği ile yapılacak işler olsun. Parayı da ülkenin %5’inden alınacak servet vergilerinden çıkaralım. Hatta kentlerde iş bulamayan ve kırlardan göç etmiş olan on yüz binlerce insan da bu projeler için köylerine dönebilir.
Bir televizyon programında iktisatçı Mustafa Sönmez servet vergisi fikrini ortaya attığında kendilerine liberal deyenler hemen fikre hücum ettiler ve bunun varlık vergisine benzediği ve faşizm olduğunu söylediler. Ne alakası var. O zaman hemen hemen sadece gayri müslimlerden ve çok aşırı ölçülerde bu vergi alınmış idi. Üstelik sadece çok zenginler değil, gayri müslim yoksullar da bilerek veya bilmeyerek bu kervana katılmış idi. Önerilen böyle bir şey değil. Makul ve dengeli bir vergi. Üstelik de bu ilk defa yapılmıyor.
KRİZ BİZİM NEYİMİZ OLUR?
“The Economist” dünyanın büyük patronlarının en önde gelen dergilerinden biridir. Ekim sayısında sanırım biraz da utanarak (veya hiç sıkılmadan mı demeliyiz?) şunları yazıyordu:
“Zaman şu anda doğmaları ve politikaları bir yana bırakarak işe yarar cevaplar bulma zamanıdır. Bunun anlamı kısa dönemde; vergi ödeyenlerin, politikacıların ve gerçek serbest pazar gazetelerinin normal olarak sevmeyeceği, daha fazla devlet müdahalesi ve işbirliği demektir.” (Sayfa 13)
Aklıma Mart 2004’de İzmir’de yapılan Tütün Sempozyumu geliyor. Tütün Üst Kurulunca düzenlenen etkinlikteki konuşmamda Tekel’in özelleştirmesine karşı çıkmıştım. Tekel’de görevli bir yüksek bürokrat bana cevap olarak “küreselleşen bu dünyada bu tür fikirler çok eskimiştir” demişti ve bu söyledikleri kendince yeterli bir cevap olmuş idi. Şimdi acaba Türkiye’deki neo-liberal mollalar, hocalar ABD ve AB liderlerini ve yabancı liberal dergilerin editörlerini azarlamayı düşünüyorlar mı?
Şüphesiz bu devlet müdahalelerinin ilericilikle falan ilgisi yok. Bugünlerde uygulandığı her yerde bunlar yurttaşların paralarını patronlara akıtmayı hedeflemektedir.
Bugünlerde Türkiye’de ekonomiyi yönetenler şunları söylüyor: “Bu krizi biz yaratmadık, dünyadan gelen etkilerle karşı karşıyayız”. Güzel de daha önce bunca borca ve cari açığa rağmen ekonomi tıkırında idiyse bunda küresel durumun etkisi hiç mi yoktu? Tam tersine iyi gibi görünen ekonomik durum büyük ölçüde küresel ekonominin durumu ile ilgiliydi. Çok uzun yıllardır, sıcak para çok yüksek faizler ödenerek ülkeye akmıyor muydu? Açın The Economist dergisinin son sayfalarını, Türkiye’nin hâlâ dünyada en yüksek faizi verdiğini görürsünüz. Bu uygulanan politikanın hiç mi olumsuz sonucu olmayacaktı? Ayrıca epeydir bütün bir cumhuriyet döneminde ülkenin tırnakları ile oluşturduğu kamu kuruluşları birer birer özelleştirilmemiş miydi? Nasrettin hoca’nın fıkrasında olduğu gibi “kazanın doğurduğuna inanıyoruz, ama öldüğüne inanmıyoruz”.
İktisatçı Prof. Dr. Erinç Yeldan şunları söylüyor: “Reel faizler küresel piyasalarda yüzde 3–4 düzeyine gerilemiş iken, Türkiye uluslararası finans sermayesine yüzde 10′un üzerinde reel faizler ve dolar bazında yüzde 30′lara varan reel getiri olanakları sunmaya devam etti. Bunun neticesinde Türkiye’nin dış borçları hızla arttırıldı. Türkiye’nin dış borç stoku AKP iktidarı döneminde 130 milyar düzeyinden, 260 milyara çıktı. Yani AKP, 5,5 sene içerisinde Türkiye’nin bütün Cumhuriyet tarihi boyunca biriktirmiş olduğu dış borç kadar net yeni borçlanma yükü getirdi. Türkiye’ye akmakta olan sıcak finansal sermaye girişleri sonucunda Türkiye şimdiye kadar görmediği bir döviz bolluğuna kavuştu. ABD dolarının reel fiyatı dönem boyunca neredeyse yarı yarıya geriledi. Ancak 2007′de patlak veren küresel kriz ile birlikte Türkiye’nin 2003 sonrası birinci AKP hükümetine nasip olan, o kabaca 150 milyar dolarlık dış kaynağa, son derece ucuz krediye, ithalat ucuzluğuna, döviz ucuzluğuna dayalı büyüme modeli artık bitmiş durumda.”
Neoliberaller “küreselleşme ülkeyi dünyaya bağlıyor” demekteler. Ancak bu bağlanma tarzı hep IMF, Dünya Bankası gibi ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin çıkarları doğrultusunda olmuş idi. Bu uluslararası kuruluşların etkisi ile İhracat yapmak bir saplantı halini almıştı. İthalat değerleri ihracatı bir hayli geçtiği halde ekonomi yöneticileri bundan rahatsızlık duymuyorlardı. Şimdi daha çok yerli girdiye dayalı ve daha az ihracatımız olsaydı, ekonomi yurtiçi talebe önem verseydi, daha az “küreselleşmiş” olurduk, ancak küresel krizden de daha az etkilenirdik ve daha gelişmiş olurduk.
15 Kasım’da içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülkeden oluşan G20 Zirvesi Amerika’da toplandı ve kararlar aldı. Sonuç açıklamalarında ekonomik krizin kök nedenlerini kendilerince değerlendirmişler. Buna göre temel neden finanssal sistemden kaynaklanıyormuş. Risklere dikkat edilmemiş, karmaşık ve saydam olmayan finansal ürünler buna yol açmış. Ayrıca ekliyorlar ve yetersiz yapısal reformların da buna neden olduğunu ileri sürüyorlar. Neymiş? Yapısal reformlar yetersiz kalmış. Yani daha hâlâ özelleştirilmeyen kamu kuruluşları kalmış, hâlâ birçok ülkede devlet, halkı için bazı harcamalar yapıyormuş, hâlâ gümrüklerini tam olarak sıfırlayıp, çokuluslu şirketlerin mallarına ülkeler tam olarak açılmamış demek istiyorlar. Bu yapılanlar değil mi, dünya çapında gelir dağılımını katlanılmaz boyutlarda dengesizleştiren. Aslında sistem değişik aralarla (50-60 yıl gibi) büyük krizlerle, aralarda da küçük ve bölgesel krizlerle karşılaşıyor. Gerçekte temelde yatan kök sorun ise tüketilmeyen üretimdir ve bu sistemin çözülemeyen çelişkisidir. Bu konuda iktisatçı Ahmet Tonak’ın söylediklerine kulak verelim: “Emlak piyasasındaki şişmiş balonun sönmesi tabii bir rol oynadı, ama krizin asli nedeni olarak bunu görmek bence yanlış… Emlak piyasasındaki balonun patlaması, bence krizi tetikleyen bir gelişmedir. Başka dönemlerde başka gelişmelerin de başlatabileceği kapitalizmin yapısal bir krizi ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.”
G20 Zirvesi açıklamasından öğreniyoruz ki katılımcılar (Çin dâhil) serbest pazar ilkelerine, serbest ticaret ve yatırıma inanmaya devam etmektedirler. Bu terimlerin ne anlama geldiğini biliyoruz. Ayrıca açıklamada IMF ve Dünya Bankası övülmeye devam edilmiş ve güçlendirilecekleri söylenmiştir. Kısacası dünyanın patronları hegemonyalarını sürdüreceklerini ve her yerde çalışan insanları ve gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeleri soyacaklarını adeta ilan etmişlerdir.