ÖDP Tarım Çalışma Grubu AKP iktidarının 15 yılını değerleniren bir rapor yayınladı ve referandumda hayır çağrısı yaptı. Konuya ilişkin yapılan basın açıklmasını ve raporu yayınlıyoruz.
Ülkemizde 24 Ocak 1980’de yayınlanan kararlarla neo liberal dönem başlamış, tarım da bundan payını almıştır. DTÖ, IMF ve Dünya Bankası marifetiyle şirketler lehine, küçük çiftçiler aleyhine tarım programları uygulamaya sokulmuştur.
AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılına kadar Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü, Zirai Mücadele ve Karantina Müdürlüğü, Toprak-Su Genel Müdürlüğü kapatıldı.
Et ve Balık Kurumu (EBK), Yem Sanayii (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) özelleştirilip, TEKEL’in, tütünde ve alkollü içeceklerde ve ÇAYKUR’un çayda tekelliğine son verilerek, şirketlerin bu alanda etkin ve belirleyici olması sağlandı.
“Şeker Yasası” çıkarılarak şeker pancarı üretimi sınırlandırıldı. “ Tütün Yasası” çıkarılarak TEKEL’in olmadığı bir piyasada üreticiler uluslararası kriminal şirketlerle korumasız bir biçimde sözleşmeli üretime mahkum edildi. Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası çıkartılarak Yeniden Yapılandırılma Kurulları aracılığıyla faaliyet alanları kısıtlandı ve tasfiyeye zorlandı.
AKP de hükümet olduğu andan itibaren Türkiye’ye dayatılan tarım politikalarına devam ettirdi, hem de küçük çiftçilere daha büyük acılar yaşatarak.
Uygulanan Tarım Politikalarının küçük çiftçiler üzerinde yaratacağı yıkımdaki tepkileri törpülemek amacıyla Dünya Bankası hibe desteğinde bulundu. AKP hükümeti tarafından Doğrudan Gelir Desteği olarak çiftçilere dağıtılan bu destek üretim yapanlara değil toprak miktarına göre toprak sahiplerine dağıtıldı.
TEKEL’in alkol ve tütün bölümleri özelleştirilerek çokuluslu şirketlerin eline geçmesi sağlandı. Yaprak İşleme Müdürlükleri kapatıldı.
2006 yılında çıkardıkları Tohumculuk Yasası ile Kamu tohumculuktan el çektirildi. Çiftçilerin kendi ürettikleri tohumların satışı yasaklandı, sadece değiş tokuşuna izin verildi. Çiftçilerin kolektif deneyimleri ile binlerce yıl içinde geliştirdikleri, emek harcadıkları ve nesilden nesile aktardıkları tohum ıslahının sonuçlarını tohum ve gıda şirketlerinin patentlemesine izin verilerek tohum şirketlere bırakıldı. Yetmedi 2018 yılından itibaren Bakanlar Kurulu Kararı ile sadece sertifikalı tohuma izin verileceği açıklandı.
Şirketlerin isteği ile Biyo Güvenlik Yasası çıkarıldı. GDO’lu ürünlerin ülke içinde ekimine ve dikimine yasak getirilse de GDO’lu yem ithalatına izin verildi. Ayrıca çocuk maması hariç gıda ürünlerinde GDO kullanımına yol verildi.
Çiftçilerin örgütlenmelerinin önünü açmak gerekçesiyle çıkarılan Üretici Birlikleri Yasası ile örgütlerin denetlenmesi sağlandı ve çiftçilerin birlikte hareket etmelerinin yolu tıkandı.
Çıkarılan Tarım Sigortaları Yasası’nda primin yarısını devlet ödüyor olsa da, sürekli yükselen prim ücretleri nedeniyle küçük çiftçiler sigorta yaptıramaz duruma düşürüldü. Sigorta Yasası destek alamayan, maliyetine veya maliyetinin altında ürünlerine satmak zorunda kalan küçük çiftçilerden çok şirketlerin yararına oldu.
Organik Tarım Yasası, tarımın şirketleştirilmesinin yeni bir biçimiydi. Organik tarım sertifikası verme yetkisi devlet kuruluşlarına değil uluslararası kuruluşlara verildi.
Toprak Kanunu ve Arazi Kullanımı Kanununa Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında Kanun İle Birinci sınıf tarım arazileri üzerine kurulmuş sanayi tesislerine af getirildi.
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığına bağlı olarak çalışan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Bakanlığın adından “köy işleri” çıkarıldı, Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı oldu.
DSİ’nin görevleri sınırlandırıldı. Su Birlikleri Yasası’yla her üyenin bir oy hakkı elinden alındı, parsel büyüklüğüne göre oy hakkı tanındı. Küçük çiftçilerin yönetimleri belirleme hakkı kalmadı. Suyun ticarileştirilmesinin önü açıldı.
TİGEM ve TAGEM arazileri yap, işlet, pay ver modeliyle uzun yıllığına şirketlere devredildi.
Büyükşehir/ Bütünşehir yasası ile köylerin %47’si ortadan kaldırıldı. Köylerin mal varlıkları rantiyeye ve şirketlere sunuldu.
Tarım toprakları enerji, maden ve inşaat sektörlerine açıldı. “Acele kamulaştırma” kararlarıyla toprak gaspı şirketler adına bizzat devlet tarafından yapıldı.
Ülkenin tarımsal üretim deseni bozuldu. Temel ürünlerimizde dahi ithalatçı ülke durumuna düşüldü.
Üç tarafı denizlerle kaplı ülkemizde kıyı balıkçılığı bitirilme noktasına getirildi, şirket balıkçılığı teşvik edildi, denizlerimizde her gün daha fazla balık çiftliğine izin verildi.
Kanunların yetişmediği durumlarda yönetmelikle şirketlerin önü açıldı.
Tarımın ve gıdanın şirketlerin denetimine geçmesi için her şey yapıldı. Kamu tarafından oluşturulmuş bütün bir tarımsal yapı dağıtıldı ve devletle çiftçiler arasındaki bütün ilişki yok edildi. Eksikte olsa devlet tarafından çiftçilere kurdurulmuş veya çiftçilerin kendi kurduğu örgütlemelere müdahale edildi ve çiftçilerin örgütleriyle olan bağı koparıldı. Çiftçilik yapabilmek için olmazsa olmaz olan tohum çiftçilerin elinden alındı, suları ticarileştirildi, ekolojik yapı tahrip edildi, tarlasına ne ekeceğine karar verme yetkisi bile elinden alındı, sonuç olarak çiftçilerin toprakla olan bağı da koparılmış oldu.
Bugünlerde KHK’larla tarımın tahrip edilmesine devam ediliyor 1863 yılında “Çiftçilerin, tefecilerin elinden kurtarılması için” kurulan ‘Memleket Sandıkları’, bu günkü adıyla Ziraat Bankası “Milli Tarım Projesi” uygulanacağını söyleyen bir hükümet tarafından OHAL’den yararlanılarak Bakanlar Kurulu Kararı’yla “Varlık Fonu” adı altındaki bir “Anonim Şirkete” devredilerek her türlü denetimin dışına çıkartılmış, satılmasının önü açılmıştır. Çiftçilerin piyasaya göre 154 yıldır daha düşük faiz oranıyla kredi aldıkları ve yararlandıkları bir araç şirkete teslim edilmiştir.
Yurt içi kuru çay piyasasında %60-65 payı olan ve “çay üreticilerinin kooperatifleşmesi için gerekli faaliyetlerde bulunma” görevi de olan ÇAYKUR’u da “Bakanlar Kurulu Kararı”yla “Varlık Fonu” adlı anonim şirkete teslim etmiştir. Şirket yapısı gereği kooperatifleri yok etmek için uğraşır.
Bugün AKP’nin “Milli Tarım Projesi” diye açıkladığı politika çokuluslu şirketlerin tarımı ve gıdayı daha rahat denetleyecekleri bir yapının oluşturulmasıdır. Küçük üreticinin yararlanabileceği her türlü olanağı elinden alma, tarımsal üretimi tamamen şirketlere teslim etme projesidir Ülkenin ihtiyacı olan tarım politikası ise ekolojik, daha eşitlikçi ve halkçı bir tarım politikasıdır. Çözüm agro ekolojik yöntemlerle üreten küçük çiftçilerle, gıdaya ihtiyaç duyanların birlikteliğini ve mücadelesini içeren “Gıda Egemenliği”ndedir.
AKP “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır. Durmak yok, yola devam!” diyerek “Tohum, gıda ve ilaç şirketlerini güçlendirmeye, küçük üreticileri iflas ettirmeye devam edeceğim” demektedir. Başkanlık sisteminin ilk adımı olarak Büyükşehir/Bütünşehir Yasası’nı çıkarttılar ve 16 bin köyü bir gecede tüzel kişiliklerini yok ettiler, mal varlıklarına el koyup satmaya başladılar. Şimdide tamamen tüm yetkiyi tek kişide toplayarak, yasa gerektiren politikalarını da yasaya gerek kalmadan tek kişinin kararıyla uygulamak, su kaynaklarının, tarım topraklarının talan edilmesini kolaylaştırmak istiyorlar.Bu nedenle kısaca diyoruz ki;
Tarım arazilerimizin enerji ve maden yatırımlarına feda edilmemesi için #HAYIR
Tarlalarımızın yasa zoruyla şirketlere satılmasını engelleyebilmek için #HAYIR
Şirket tarımını değil, küçük aile tarımını geliştirebilmek için #HAYIR
Küresel iklim krizinin çözümü olan köylü tarımının sürekliliğini sağlayabilmek için #HAYIR
Derelerimizin özgürce akabilmesi için #HAYIR
Doğa katliamlarını durdurabilmek için #HAYIR
Gıdanın şirketlerin kontrolüne geçmesini engellemek ve gıda egemenliğimizi korumak için #HAYIR
Özgürlük ve Dayanışma Partisi
Tarım Çalışma Grubu
Rapor
AKP’nin 14 Yıllık Tarım Politikası Gıdayı ve Tarımı Şirketlere Teslim Etme Üzerine Kuruludur.
DTÖ, IMF ve Dünya Bankası eliyle dayatılan neo liberal politikalarla Türkiye’nin sanayisi, siyaseti, tarımı yeniden biçimlendirildi ve biçimlendirilmeye devam ediliyor. 24 Ocak kararlarıyla birlikte Özal’dan başlayarak bütün hükümetler IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan “Tarım Politikaları”nı harfiyen uygulama yarışı içinde oldular. Birinin bıraktığı yerden diğeri aldı; eksiksiz, kesintiye uğramasına izin vermeden uyguladı.
Özal; Su ürünleri Genel Müdürlüğü’nü, Gıda Kalite Kontrol Genel Müdürlüğü’nü,Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü’nü,Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü’nü, Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü’nü, Toprak-Su Genel Müdürlüğü’nü kapatmıştır. Çayda ÇAY-KUR’un, tütün ve alkollü içeceklerde TEKEL’in tekelliğine son verilerek özel sektörün yani şirketlerin bu alanlarda etkin ve belirleyici olmasının önünü açmıştır.
ANAP Hükümeti’nden sonra kurulan DYP-SHP Hükümeti de Neo-liberal tarım politikalarına ANAP’ın bıraktığı yerden devam etmiş, Et ve Balık Kurumu’nu (EBK), Yem Sanayii’ni (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu’nu (SEK) özelleştirmiştir. Canlı hayvan ve hayvansal ürünleri ihraç eden bir ülke olan Türkiye ithalatçı bir ülke haline gelmeye başlamıştır.
DSP-MHP-ANAP Hükümeti de IMF ve Dünya Bankası’nın atadığı Kemal Derviş’i ekonominin başına geçirerek noliberal tarım politikalarının uygulanmasını kolaylaştıracak, küçük üreticilerin iflasını ve tasfiyesini sağlayacak yasaları bir bir çıkartmıştır. “15 günde 15 Yasa” adı altında “Şeker Yasası”nı çıkartarak şeker pancarı üretimini sınırlandırmış, “Tütün Yasası”nı çıkartarak tütünde alım garantisi veren, baş ve taban fiyat açıklamalarıyla üreticileri koruyan TEKEL’i devre dışı bırakmış, üreticileri şirketlerle tek yanlı ve korumasız bir şekilde sözleşmeli üretime mahkum etmiştir.
Çıkarttıkları “Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası”yla bu Kooperatif ve Birlik yönetimlerinin üzerinde yetkili “Yeniden Yapılandırma Kurulları” adıyla bir kurul oluşturup, Kooperatif ve Birliklerin faaliyet alanlarını sınırlandırarak şirketleşmesini zorlayıp tasfiye edilmesinin önü açılmıştır.
2002 yılında seçim meydanlarında “IMF ve Dünya Bankası’nın yaptığı her şeyi değiştireceğim” diye propaganda ederek iktidar olan AKP de meydanlarda verdiği sözünü unuttu. IMF ve Dünya Bankası’nın tarımı serbest piyasaya korumasız terk etme politikalarına tereddütsüz biçimde diğer hükümetlerin bıraktığı yerden devam ettirdi.
2017 yılına girerken de, “Milli Tarım Projesi” adıyla “Yeni Tarım Programı”nı açıklayan AKP Hükümetinin uyguladığı tarım politikaları kendinden önceki hükümetlerin devamı niteliğindedir. Kendi sloganlarıyla “ Durmak yok! yola devam” denmiştir. Yani, DTÖ, İMF, Dünya Bankası ve AB dayatmaları eksiksiz olarak uygulanmaya devam edilmiş, şirketler lehine tarımda “yapısal dönüşüm” hızla tamamlanmaya çalışılmış, tarımsal üretimde çalışan nüfusun yaşamında en fazla tahribat yaratan hükümet olmuştur.
AKP Hükümeti’nin tarımda yarattığı tahribata kısaca bakarsak:
1999- 2001 yılları arasında İMF ve Dünya Bankası tarımda dönüşüm programları uygulattılar. Bu programlar uygulanırken üreticilerin büyük mağduriyetler yaşayacağını biliyorlardı. Bu nedenle Dünya Bankası bu mağduriyetler bir parça giderilsin, tepkiler törpülensin diye Türkiye’ye “hibe desteği” verdi. Bu hibeleri AKP 2002 yılında “Doğrudan Gelir Desteği”(DGD) adı altında arazisi olanlara vererek tarımsal üretim değil, tarımsal üretim yapılmaması teşvik edilmiş, arazi sahibi çiftçilerin uygulanan neoliberal (serbest piyasacı) tarım politikalarına olası tepkileri köreltilmeye çalışılmıştır.
2003 yılında TEKEL’in içki ve sigara bölümlerinin Anonim Şirket olarak ticaret sicile tescilleri yapılarak ayrı ayrı özelleştirilmelerinin önü açıldı ve TEKEL’in Alkol Bölümü Nurol-Limak-Özaltın-TUTSAB konsorsiyumuna 292 milyon dolara satılarak özelleştirildi. Konsorsiyum bunun için iki yılı ödemesiz 7 yıl vadeli 230 milyon dolarlık kredi kullandırıldı. Bu birleşme MEY içki adını alarak Şubat 2004’de faaliyete başladı. MEY içki 2006 yılında özel yatırım fonlarından (Private Equity) Teksas Pacific Group’a %90’lık bölümü 810 milyon dolara sattı.2008 yılında TEKEL’in sigara bölümü “TEKEL” adıyla beraber British American Tabacco’ya 1.720 milyon dolara satıldı. 2010 yılında TEKEL’in Yaprak İşleme Müdürlükleri kapatıldı. Böylelikle TEKEL’in tasfiyesi sağlandı.
2006 yılında çıkarttıkları “Tohumculuk Kanunu” diye bilinen kanunla çiftçilerin kolektif deneyimleri ile binlerce yıl içinde geliştirdikleri, emek harcadıkları ve nesilden nesile aktardıkları tohum ıslahının sonuçları tohum ve gıda şirketlerine peşkeş çekilmiştir.
Bu kanunla devlet-kamu tohum üretimi alanının dışına çıkarılmış tohumların üretimi, sertifikalandırılması, ticaret ve denetimi tohum şirketlerine bırakılmıştır. Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilmiş, çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirilmiştir. Şirketlerle çiftçiler arasında çıkacak olan anlaşmazlıklarda da devlet değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği yetkili kılınmıştır.
“Milli Tarım Projesi”nde de sertifikalı tohum kullanmayan çiftçiye destek yoktur. Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik “2018’den itibaren sertifikalı tohum kullanımının zorunlu olacağını, özel sektörle birlikte sertifikalı tohum temini için 2017 yılında çalışmaları yoğunlaştıracaklarını” açıklamışlardır. Bu açıklama üzerine tohum şirketlerinin birliği olan Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) “1 milyon ton olan sertifikalı tohum üretimi kısa sürede iki katına çıkacak, kayıt dışı üretim ve kullanım sona erecek.” diyerek memnuniyetini ifade etmiştir. Yani çiftçiler “Milli Tarım Projesi” ile ihtiyaçları olan tohumları şirketlerden karşılamaya mecbur bırakılmaktadırlar. Kaldı ki bu şirket tohumları yerel tohumlara göre daha fazla su ve ilaç istemekte, yeşerdiklerinde de iklim koşullarındaki dalgalanmalardan da çabuk etkilenerek hastalanmakta, verimleri düşmektedir.
Çıkarttıkları “Biyogüvenlik Yasası” ile GDO’lu tohum ile üretime yasak getirilmiş,GDO’lu ürünlerin, ithalatını, kullanımını yasaklamamış GDO’lu ürünlerin kullanılabilirliği düzenlenmiştir. “Milli Tarım Projesi” nde de GDO’lu ürünlerin yasaklanması söz konusu değildir.
AKP Hükümeti çıkarttığı “Üretici Birlikleri Yasası”ile üreticilerin örgütlenmesinin önünü açmayı değil, tam aksine onları denetim altına almayı, örgütlenmelerine engel olmayı amaçlamıştır. Şöyle ki; çıkartılan yasa ile Birlik üyelerinin kolektif üretim yapması engellenmiş, Birlikler’in üyelerinin ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurmaları önlenmiştir. Üreticilerin kullandıkları girdilerin (ilaç, gübre vb) iç veya dış piyasadan toptan Birlikler tarafından alınıp üyelerine dağıtabilmesi engellenmiştir. Şirketlerin tek tek üreticilerle sözleşme yapmasına izin verilirken, Birlikler’in tüm üyeleri adına şirketlerle sözleşme imzalaması yasaklanmıştır. .
AKP Hükümeti çıkarttığı “Organik Tarım Yasası” ile organik tarım sertifikasını verme yetkisini kamu görevi yapan devlet kuruluşlarına verme yerine, para karşılığı sertifika veren ve çoğunluğu yabancı olan özel şirketlere vererek küçük üreticilerin parasal maliyet nedeniyle organik tarım sertifikası almasını olanaksız hale getirmiştir.
2005 yılında Tarım Sigortaları Kanunu çıkarılmıştı. Devlet destekli tarım sigortaları kanunu havuz sistemi üzerine kurulmuştur. Faaliyette bulunan 16 şirket eşit sermaye ile TARSİM A.Ş. yi kurmuşlar, bu şirket aracılığıyla havuzun tüm faaliyetini yürütmüşlerdir. Faaliyette bulunan şirketler ürettikleri primleri havuza transfer etmekte, düzenledikleri poliçelerden komisyon almaktadır. Devletin desteği %50 dir. Devletin hasar desteği %100 dür. Oluşan hasarlar havuz tarafından ödenmektedir. Sigorta isteğe bağlıdır ama belirli koşulları yerine getirerek.
Küresel İklim değişikliği nedeniyle afetler artmış, çiftçiler daha sık felaketlerle karşı karşı kalmaya başlamıştır. Şirketler sigorta için daha yüksek paralar istemiş, maddi imkansızlıklar nedeniyle küçük çiftçiler sigorta yaptıramamışlardır. Devlet, üreticinin priminin yarısını ödese dahi maliyetine ve maliyetinin altında ürünlerini satmak zorunda kalan, desteklerden mahrum edilmiş üreticilerin primlerini ödeme gücünde olamayacakları açıktır. Bu durumda bu yasa giderek şirketleştirilen ülke tarımında şirketler için çıkarılmış bir yasa olarak kalacaktır. Her geçen gün sözleşmeli üreticiliğe zorlanan çiftçilerse sözleşme gereği ürünlerini sigortalamak zorunda kalacaklar, hiç kazanamadıkları paraların bir bölümünü uluslararası şirketlere vermek zorunda olacaklardır.
“Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununa Bir Geçici Madde eklenmesi Hakkında Kanun” adı altında kanun çıkartarak birinci sınıf tarım arazi üzerine izinsiz kurulduğu için mahkeme tarafından kapatılmış olan Cargill’in fabrikasına af getirilmiş, yeniden açılması sağlanmış ve bu yasa Cargill için çıkartılmış özel bir yasa olmuştur.Mirasçıların kendilerine kalan tarım arazilerini tarım şirketlerine satmalarını zorunlu kılan, arazilerin şirketlerin eline geçmesini hızlandıran isteyen yeni bir kanun 2014 yılında 6537 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” çıkartılmıştır.
Görüldüğü gibi AKP Hükümeti de diğer hükümetler gibi, bu kanunların tamamını, ülkemiz çiftçilerinin değil, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin istekleri ve yabancı büyük tarım ve gıda şirketlerinin ihtiyaçları doğrultusunda çıkartmıştır.
AKP Hükümetinin tarımda yarattığı tahribat bitmiyor:
Sular özgür akmalıdır.
Su ve su döngüsü milyonlarca yıldır yerkürenin yaşam kaynağıdır ve her canlının suya erişebilmesi hakkı vardır ve canlılar için olmazsa olmazdır. Sular özgür biçimde aktığı oranda yaşama kaynaklık edebilir. Yani su yaşarsa yaşatır. Bu nedenle suyun da yaşama ve varlığını sürdürme hakkı vardır. Bu hak canlı yaşamın sürdürülebilmesinin koşuludur. Canlı yaşamın yok edilmesi pahasına uluslararası sermaye Dünya Bankası desteğinde suyun fiyatlandırılmasına ve ticarileştirilmesine dönük politikaları ülkelere dayatmıştır. Ekolojik döngüler sayesinde yok olmayan su, kapitalist sistem içinde ekolojik dengeleri alt üst etmek dahil kıt bir kaynağa dönüştürülerek, ticari bir mal (meta)haline, sermaye birikim sürecinin bir parçası haline getirilmiştir.
Dünya Bankası (DB) 1990 öncesinde kredi verdiği ülkelerde kredi anlaşmalarının önkoşulu olarak su hizmetlerinin ticarileştirilmesi için gerekli yapısal düzenlemelerin yapılmasını şart koşmaya başlamış, Avrupa Birliği (AB) müzakerelerinde de “ suyun ticarileştirilmesi su hizmetlerinin özelleştirilmesi ve buna uygun hukuki ve yönetsel değişikliklerinin yapılması” da önemli bir yer tutmuştur.
Türkiye’de toplam kullanılan suyun yüzde 70’i tarımsal üretim sırasında tüketilir. Üreticiler için, hele endüstriyel üretim için su son derece önemlidir. Bugün “Milli Tarım Projesi” olduğunu iddia eden AKP Hükümeti emperyalist kuruluşların su politikalarına uyum sağlayabilecek yasaları çıkarmak için elinden geleni yapmıştır. Görevleri arasında “toprak ve su kaynaklarının verimli kullanılması, korunması ve geliştirilmesini sağlamak, köy ve bağlı yerleşim birimlerinin yol, su ve tesisleri ile askeri garnizonların içme ve kullanma suyu tesislerini yapmak, Tarım alanlarının amacına uygun kullanımını sağlamak, devlet sulama şebekelerinde arazi tesviyesi, tarla başı kanalları, tarla grup yolları ve tarla içi drenaj tesislerini yapmak, Kasaba ve köylerin imar planlarını hazırlamak” gibi görevleri olan 1984 yılında YSE, Toprak Su ve Toprak İskan kuruluşlarının birleştirilmesiyle oluşturulan ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü 2005 yılında kapatmıştır. Bununla da yetinmemiş (“Köylüye ve köye hizmete gerek yok” mantığıyla olsa gerek) 2011 yılında Bakanlığın adını “Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı” olarak değiştirip Tarım Bakanlığı’nın adından “Köyişleri” ni çıkartmıştır.
DSİ’nin görevlerini sınırlandırmış, sermayenin yer altı ve yerüstü su kaynaklarının yönetimi ve sorumluluğunu ele geçireceği süreci başlatmış, çıkarttığı “Su Birlikleri Yasası”yla da, her üyenin bir oy hakkının olduğu sistemi değiştirmiş, birlik üyesi, “sulama alanındaki arazisinin ortalama parsel büyüklüğüne bölünmesiyle bulunacak sayıda oy hakkına sahiptir” diyerek büyük arazi sahiplerinin daha fazla oy hakkına sahip olmasını yasallaştırmıştır.Bu yasaya göre arazisi büyük olan 5 Oy’a kadar Oy kullanabilmektedir. (Bkz:8 Mart 2011 de kabul edilen 6172 sayılı Sulama Birlikleri Kanunu). Böylelikle küçük arazi sahiplerinin Birlik yönetimlerini belirleme şansları da tamamen ellerinden alınmıştır. Anti-demokratik bir işleyişi hakim ve yasal kılan bu yasa, suyun kullanımındaki ürün desenini belirleme yetkisini de Su Birliği Yönetimi’ne vermiştir.
Tarım topraklarını yok eden, suları kirleten, ekolojik dengeyi bozan HES, GES, RES, Nükleer Enerji, Jeotermal elektrik enerjisi, kayagazı/ kayapetrolü yatırımlarına teşvikler vermiş, özel şirketlere bu alanlarda sınırsız haklar tanımıştır. Öyle ki, hukuksuzluğu defalarca mahkemeler tarafından ifade edilmesine ve Danıştay ile Yargıtay’ın bozma kararları vermesine rağmen “Acele kamulaştırma”kararları vererek özel şirketlerin köylülerin topraklarını ve kullandıkları suları devlet eliyle gasp etmesini sağlamıştır. HES projelerine destek vererek şirketlerin akarsuları hapsetmesine yardımcı olmuş, canlıların ise suya erişimini engellemiştir. Kısacası “Milli” olma iddiasındaki AKP Hükümeti küresel sermayenin politikalarına uygun olarak suyun metalaştırılması sürecine hız vermiştir,
Zeytinlik alanlarda termik santral gibi enerji yatırımlarının ve maden aramalarının önünü açmak için Zeytini ve zeytinlikleri koruma kanununu “Yönetmelikler”le delmeye çalışmış, yönetmelikleri mahkeme iptal edince zeytinlerin ve zeytinlik alanların yok edilmesini kolaylaştıracak yasa çıkartılmaya çalışılmıştır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) rakamlarına göre de 2002 yılında 265 milyon 790 bin dekar olan tarım toprağı 2015 yılında 239 milyon 488 bin dekara düşerken, bir yandan Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik “her 2 saniye de bir futbol sahası büyüklüğünde tarım arazisinin yok olduğun” dan yakınırken, diğer yandan mensubu olduğu AKP hükümeti tarım topraklarını maden, enerji, sanayi, konut ve turizm yatırımlarına açıp toprak gaspına yol vermiş, tarım topraklarının yok oluşunu hızlandırmıştır. 13 yılda 26 milyon 302 bin dekar tarım arazisi yok edilmiş ve ( Kaz Dağları’ndaki maden projeleriyle, Karadeniz’deki “Yeşil Yol”, İstanbul’daki 3.Köprü, 3.Hava- limanı, Kanal İstanbul v.b bir çok projeyle toprak gasp edilerek) yok edilmeye de devam edilmektedir.
AKP Hükümeti, TİGEM VE TAGEM arazilerini Yap, İşlet, Pay ver biçiminde uzun yıllığına devrederken, diğer yandan TİGEM öncülüğünde Sudan’dan 99 yıllığına tarım arazisi kiralamıştır. Türkiye’nin önde gelen gıda şirketlerinin (Anadolu Holding, Cevahir Holding, Sütaş Holding, Altınbaş Holding, Gaziantepli Boyhan Gıda gibi) yurtdışında (Etiyopya, Madagaskar, Mali, Mozambik, Romanya, Makedonya gibi ülkelerde) toprak kiralamasını veya satın almasını teşvik etmiş, 2B arazilerini orman köylüsüne değil parayı verene satan bir politikayı temel almıştır
AKP Hükümeti’nin köylere ve köylülere dönük hesapları bitmek bilmemiştir. 2012 yılında çıkarttığı “Büyükşehir/Bütünşehir Yasası” ile 16 bin köyün “ tüzel kişiliği”ni bir gecede ortadan kaldırarak mal varlıklarına, kadimden beri ortak kullandıkları yaylak, otlak ve meralarına, içme suyu kaynaklarına köyün mülkü olan tarla, düğün salonu, kahvehane v.b köyün üzerine kayıtlı ne varsa el konulmuş, özelleştirmeye açılıp satışlarına başlanmıştır.
AKP Kuş gribini bahanesiyle on binlerce köy tavuğunu imha ederek, bir yandan yerel popülasyonları yok etmiş, diğer yandan endüstriyel tavuk üretimini teşvik etmiştir.
Bir zamanlar bütün Ortadoğu’ya et ve canlı hayvan ihraç eden Türkiye, son 4 yılda 3.5 milyon baş canlı hayvan ithal etmek zorunda kalmıştır. “Milli Tarım Projesi” kamuoyun ile paylaştığı aynı günlerde Bakanlar Kurulu Kararı ile 500 bin baş besilik dana ithalatı yapması için Et ve Süt Kurumu’na yetki verdiğini ilan etmiştir. Türkiye’nin bu hale düşmesinin nedeni uygulanan tarım ve hayvancılık politikalarının yanı sıra Güneydoğu’da sürdürülen savaş nedeniyle büyük miktarlarda mera ve otlak ve yaylakların boşaltılmasıdır. Bu bölgelerdeki hayvan yetiştiricileri otlak ve yaylalara çıkamadıklarından dolayı mesleklerini bırakarak, sürülerini satmak zorunda kaldılar. Böylelikle hayvancılık neredeyse bitirilerek tamamen dışa bağımlı bir ülke haline getirildik.
AKP sözde “Komşularla Sıfır Sorun” adı altında bir dış politika gütmüş/izlemiş, ama gelinen noktada sorunumuzun olmadığı bir komşumuz neredeyse kalmamıştır. Hükümet olduğu ilk yıllarda Irak ve Suriye ile yaşanan gerilimler ve savaş yaş sebze ve meyve ihracatımız da önemli yer tutan Arap ülkelerine ihracatımızı engellemiş, Arap ülkelerine yük taşıyan Tır’lar gidemez olmuştur. Bu ihracat açığı Rusya pazarıyla kapatılmaya çalışılmıştır. Ancak yaşanan “Uçak Krizi” nedeniyle yaş üzüm ihracatımızın %70 ini, domates ihracatımızın %65 ini, mandalina ihracatının yaklaşık %50 sini, portakal ihracatının %20 sini tüketen Rusya pazarı da kapanmış ve Rusya’ya yapılan yaş sebze, meyve ihracatı %70 azalmıştır.
Bu politikaların sonucu olarak: 2002’de tarımın GSMH içindeki payı %9.2 iken, 2015 yılında bu oran % 7.6’a düşmüştür. AKP döneminde, borçlu çiftçi sayısı 1.5 milyon kişiden 13 milyon kişiye borçlarının toplam tutarı ise 5 milyar liradan; kimi verilere göre 28.5 milyar liraya kimi verilere göre de 36 milyar liraya yükselmiştir.
Çiftçi kayıt sistemi içinde olmayan, sayıları oldukça yüksek olan çiftçileri ve köylüleri bir kenara bıraksak bile, 2002 yılında “Çiftçi Kayıt Sistemi” verilerine göre sisteme kayıtlı 2 milyon 800 bin çiftçi varken bu sayı 2015 yılında 2 milyon 200 bindir. Yani 13 yıl da çiftçilerin %22 ye yakını tarımsal üretimi bırakmıştır. Çalışan nüfus içinde Tarımsal üretim de bulunanların payı 2002 yılında yüzde 35 iken 2015 yılı itibariyle yüzde 19’lara düşmüştür.
2002 yılında tarımda istihdam edilen nüfus sayısı 7 milyon 458 bin kişi yani çalışan nüfusun % 35 iken 2015 yılında tarımda istihdam edilen kişi sayısı 4 milyon 842 bin kişiye yani çalışan nüfusun %19 una düşmüştür. (Veriler TUİK’ten alınmıştır) 13 yılda 2 milyon 616 bin kişi tarımsal üretimi bırakmak zorunda kalmıştır. Tarımsal üretimi terk eden çiftçilerin bir kısmı madenlerde, inşaat sektöründe, sanayide yani bilmedikleri deneyimlerinin olmadığı alanlarda ucuz işgücü olarak çalışmak zorunda bırakılmış ve “iş kazası” diye ifade edilen iş cinayetlerinin kurbanları olmuşlardır.
AKP döneminde Türkiye buğday, nohut, pamuk gibi geleneksel ürünlerimizde bile ithalatçı durumuna düşmüş, tarıma verilen desteğin (59 milyar lira) 4.5 katını (264 milyar lira) ithalata savurmuştur. 40 milyon ton buğday, 17 milyon ton soya, 12 milyon ton mısır, 10 milyon ton pamuk, 7 milyon ton ayçiçeği, 4 milyon ton pirinç ve çeltik ithalatı yapılmıştır. Bu yılda 90 Bin Ton buğday ithal edileceği şimdiden açıklanmıştır.
AKP döneminde tarımsal girdi maliyetleri tam 4.5 kat artmış, ürün fiyatları enflasyonu engelleme gerekçesiyle aynı kalırken, tüketiciye 4-5 kat fiyat misliyle yansımıştır.
Çiftçilerin sadece mazotta ödediği KDV+ÖTV miktarı AKP iktidarının tarıma verdiği destekten daha yüksektir. İktidar kaşıkla verdiğini kepçeyle geri almaktadır. Çiftçiler kullandıkları mazota yüksek vergiler öderlerken Bakanlar Kurulu aldığı bir kararla 1 Ocak 2004 yılından itibaren özel yatları ÖTV’siz yakıt uygulaması kapsamına almıştır.
“Yaptıklarımız Yapacaklarımızın Teminatıdır” diyen AKP’nin 14 yılda yaptıklarına baktığımızda “Milli Tarım Projeleri”nden de neyi hedeflediğini görebiliriz. ” Milli Tarım Projesi”nin küçük çiftçi ve köylülerin lehine olmadığı açıktır. ”Havza bazlı destekle” biyolojik çeşitliliğe sahip olan köylü tarım modeli yerine şirket tarımının, yani mono-kültür endüstriyel tarım modelinin desteklenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye’nin milli ürünlerinden sayılan dünyanın en kaliteli şark tipi tütünü olan Ege tütünü, Ege sultaniye üzümü, Aydın inciri, Malatya kayısısı, Bursa siyah inciri, İzmir Kemalpaşa kirazı gibi ürünler destekleme kapsamı dışında bırakılmıştır. Kaldı ki bu ürünler Türkiye’nin tarımsal ürün ihracatında önemli bir yer tutarlar ve genel olarak da küçük üreticiler tarafından üretilmektedirler.
AKP’nin çiftçiyi şirketlerin eline teslim etme girişimleri bitmek bilmemektedir. 1863 yılında “Çiftçilerin, tefecilerin elinden kurtarılması için devlet yardımının gerektiği, ancak bu yardımın halk hareketiyle desteklenmesinin önem taşıdığı sonucuna” varılarak “çiftçilerin oluşturduğu kaynakla, Mithat Paşa öncülüğünde devlet eliyle ve devlet himayesinde kurulan ve adına ‘Memleket Sandıkları’ denilen organizasyon” (Bkz.Ziraat Bankası Tarihçesi) bu günkü adıyla Ziraat Bankası “Milli Tarım Projesi” uygulanacağını söyleyen bir hükümet tarafından OHAL’den yararlanılarak Bakanlar Kurulu Kararı’yla “Varlık Fonu” adı altındaki bir “Anonim Şirkete” devredilerek her türlü denetimin dışına çıkartılmış, satılmasının önü açılmıştır. Çiftçilerin piyasaya göre 154 yıldır daha düşük faiz oranıyla kredi aldıkları ve yararlandıkları bir araç şirkete teslim edilmiştir.
AKP Hükümeti’nin OHAL’den yararlanarak Bakanlar Kurulu Kararı’yla “Varlık Fonu” adı altındaki “Anonim Şirkete” devrettiği bir başka kurum ÇAYKUR’dur. ÇAYKUR amacını şöyle tarif eder; “İktisadi Devlet Teşekkülü olan Çaykur, Türkiye´nin Tarım Politikasına uygun olarak çay ziraatını geliştirmek, çay kalitesini ıslah etmek, işlenmesini teknik esaslara göre yürütmek, iç ve dış pazar isteklerini karşılamak üzere kuru çay üretmek, ithal etmek ve ihraç etmek”, “bu amaçla gerekli tesisleri kurmak ve çay yapraklarını işlemek, üretim faaliyetlerinden doğan yan ürünleri değerlendirmek ve yardımcı maddeler üretmek, çay ürününün kalite ve veriminin ve işletme tekniğinin geliştirilmesi için gerekli araştırmaları yapmak, müessese ve laboratuvarlar kurmak işletmek, ticaretle iştigal etmek, ihracat ve ithalat yapmak, çay üreticilerinin kooperatifleşmesi için gerekli olan faaliyetlerde bulunmak,” (Bkz. http://www.caykur.gov.tr)
Yurt içi kuru çay piyasasında Çaykur’un payı %60-65 dir. AKP Hükümeti çıkarttığı “Bakanlar Kurulu Kararı”yla “çay üreticilerinin kooperatifleşmesi için gerekli faaliyetlerde bulunması” da gereken böylesine önemli bir kurumu anonim şirkete teslim etmiştir. Şirket yapısı gereği kooperatifleri yok etmek için uğraşır. AKP’nin “Milli Tarım Projesi” de küçük üreticinin yararlanabileceği her türlü olanağı elinden alma, tarımsal üretimi şirketlere teslim etme projesidir. Son günlerde çıkarttıkları Bakanlar Kurulu Kararları bunu net olarak göstermektedir.
AKP’nin “Deniz Ekosistemi”nde ve “Küçük Balıkçılık”ta yarattığı tahribat.
Ülkemiz birbirinden farklı özelliklere sahip denizlerle çevrili yarım adadır. Ve denizlerimiz bizlere protein kaynakları sunduğu gibi ekosistem yapısı ve biyolojik çeşitlilik bakımından eşi bulunmaz özellikler barındırmaktadır.
AKP hükümeti döneminde Türkiye denizlerinde avlanma yoluyla gerçekleşen balık üretimini her yıl düşmektedir. 2015 yılı TUİK verilerine göre 2006 yılında 409.945 ton olan toplam balık avlanma üretimi 2013 yılında 295.167 tona,2014 yılında 231.038 tona gerilemiştir. Balık çiftliklerinde (endüstriyel balıkçılık) yetiştirilen balık üretimi ise 2006 yılında 128.943 ton iken bu her yıl hızlı bir artış göstermiş 2014 yılında 235.133 tona çıkmıştır.
2006 yılında tüketilen balığın %23.9 u endüstriyel balık çiftliklerinde yetişmekte ,%76.1’i ise avlanma yoluyla üretilen balık iken, bu oran 2014 yılında endüstriyel balık çiftliklerinde %50.4, avlanma yoluyla üretilen balık % 49.6 şeklinde değişmiştir.Üretilen toplam balık miktarı ise 2006 yılında 538.888 ton iken 2014 yılında 466.191 tona düşmüştür.
Kişi başı balık tüketimi de sürekli gerilemiş 2000 li yılların başında yılda kişi başı 7-8 kg balık tüketilirken bu tüketim oranı da son yıllarda 5 kg’ a kadar gerilemiştir. Bu gerilemenin nedeni sadece balık fiyatları değildir; Denizde avlanan ve piyasa fiyatı düşük olan balıkların bir kısmı pazara sürülmeyip balık unu yapılarak yem hammaddesi olarak kullanılmaktadır.Yani bu balıklar insanların protein ihtiyacı için değil, endüstriyel balık üretim çiftliklerinin ve diğer hayvan üretim çiftliklerinin üretimlerini, dolayısıyla karlarını arttırmak için kullanılmakta, insanların ucuz ,ama protein olarak zengin balıklara erişimi engellenmektedir. Çünkü yem yapmak adına 1 kg balık üretmek için denizden 6 kg balık avlanmaktadır. Yem endüstrisi için balık avlayanlar küçük balıkçılar değildir. Bu avlanmalar büyük teknelerle ve denizel canlıların devamlılığına, gelişmesine zarar veren yöntemlerle yapılmaktadır.
AKP hükümeti “denizlerdeki balık neslini koruyacağız bu nedenle balıkçı teknelerinin sayısını düşüreceğiz, teknelerin modernleşmesini sağlayacağız” diyerek kararname ile ekonomik gücü olmayan tekne sahiplerinin teknelerini satın almaya, onları meslekten uzaklaştırmaya başlamıştır. Amaç küçük balıkçıları tasfiye etmek büyük balıkçıların/endüstriyel balıkçıların, yani gemisinde onlarca tayfa çalıştıran, gemide veya kendi işletmelerinde balıkları işleyen, stoklayan, kendi istediği zamanda ve fiyatta piyasaya sunan balık şirketlerinin önünü açmak istemektedir. Bu amaçla tekne modernizasyonu için büyük balıkçılara yarısı hibe şeklinde kredi vermektedir. (Bkz. Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerince tarımsal üretime dair düşük faizli yatırım ve işletme kredisi kullandırılmasına ilişkin 28/1/2013 tarihli ve 2013/4271 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı kapsamında çıkarılan tebliğ).
AKP hükümeti eğer ki denizlerdeki balık rezervlerini arttırmak, vatandaşlarının ucuz,kaliteli balık tüketmesini sağlamak istiyorsa öncelikle deniz eko sistemlerini korumayı hedeflemelidir. Çünkü denizlerde ve okyanuslarda yaşayan yosunların ve algler gibi canlıların karbondioksiti oksijene çevirdiği ve atmosferdeki oksijenin %70 inin bu şekilde sağlandığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Balıkların yaşayabilmesi de deniz altlarının ve kıyıların fiziksel ve kimyasal özelliklerine bağlıdır. Bu özelliklere göre de balık çeşitleri (veya denizel canlı çeşitleri) ortaya çıkar. Kıyısı olduğumuz denizlerin farklı özellikleri nedeniyle bazı balık çeşitleri neredeyse o denizlerle özdeşleşmiş durumdadır (örneğin Karadeniz denilince palamut baliği ve hamsinin, Ege Denizi denilince sardalya balığının akla gelmesi gibi.) denizlerin ve kıyıların kendine özgü özelliklerinden bazılarının bozulması durumunda ise balık nüfusunda ve çeşitlerinde azalma veya yok olma meydana gelir. Örneğin 1986 yılından beri Karadeniz ve Marmara Denizi’nde artık orkinos balığı bulunamaz, avlanamaz hale gelmiştir.Denizlerin kirlenmesi ve denizel canlıların aşırı zarar görmesine neden olan avlanma sistemleri oksijen üreten deniz canlılarının yaşama şansını azalttığından dolayı balık yumurtalarının da larva oluşturma şansları azalır bu nedenle denizlerdeki balık miktarı da düşer.
AKP hükümeti iktidar olduğu günden bu yana denizleri ve kıyıları yok edici politikaları uygulamıştır. Kıyı şeritleri yağmalanmış, endüstriyel balık çiftlikleri ve sanayi artıklarıyla denizler kirletilmiştir. Karadeniz’deki HES projeleriyle akarsular hapsedilerek denize canlı bir şekilde ulaşması engellenmiştir.Şimdi de Karadeniz de yağmur sularının süzülerek ve temizlenerek değil kirlenerek denize ulaşmasına yol açacak “Yeşil Yol” projesiyle Karadeniz’deki hem dağlardaki hem de denizdeki ekosistemi yok etmek için harekete geçmiştir. Deniz ekosisteminin bozulup yok olması demek sadece deniz canlılarının yok olması demek değildir, aynı zamanda dünyadaki oksijenin %70 ini üreten bir ekosistemin yok olması, küresel iklim değişikliğine ve karasal canlılarında yok oluşuna yol açması demektir. Çünkü dünya üzerindeki oksijen miktarı da azalacak, bütün canlılarda farklı hastalıklar oluşacak ölümler hızlanıp çoğalacaktır
Sonuç olarak diyoruz ki;
- Gıda,tohum ve ilaç şirketlerinin ihtiyaçlarına göre şekillenen tarım politikaları terk edilmeli, çiftçilerin, köylülerin ve tarım örgütlerinin katılımıyla yeni bir bağımsız, demokratik ve sosyal bir tarım programı oluşturulmalıdır.
• Tarımda destekler şirket tarımına değil geleneksel köylü tarımına, küçük aile tarımına verilmelidir. • Tarımsal ürünlerin fiyatları maliyet+kâr+insanca yaşam payı eklenerek belirlenmeli ve devlet destekleme alımları için bütün olanaklarını kullanmalıdır. • Devlet ve yerel yönetimler kendi kurumlarında tüketecekleri gıda ürünlerini şirketlerden değil, toprağı, suyu ve doğayı koruyan ekolojik üretim yapan küçük üreticilerden ve küçük üreticilerin üye oldukları üretici örgütlerinden tedarik etmelidir. • Çiftçilerin üretimden pazarlamaya kadar olan zinciri kurulmalı, Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası yeniden düzenlenmeli, çiftçilerin ve köylülerin Kooperatiflerini demokratik olarak yönetecekleri yasalar çıkartılmalı, demokratik kooperatifler teşvik edilmelidir. •İmzalanan uluslararası sözleşmelere uyularak çiftçilerin ve köylülerin kendi bağımsız örgütlenmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalı Anayasa’ya dayanarak kurulmuş olan Çiftçi Sendikaları için iç hukuk düzenlemeleri yapılmalıdır. • Çiftçilerin binlerce yıllık emeklerinin ürünü olan tohumların patentlenmesine olanak tanıyan ve çiftçilerin binlerce yıllık emeklerinin gasp edilmesi anlamını taşıyan “Tohumculuk Yasası” iptal edilmelidir.Çiftçilerin kendi tohumlarını üretebilmesi için yasal değişiklikler yapılmalı, kendi tohumunu üreten çiftçilere teşvik amacıyla teknik bilgi ve ekonomik destek verilmeli, yerel tohumların korunma ve geliştirilmesi için önlemler alınmalıdır. Tohum çeşitlerinin korunması ancak bu şekilde mümkün olabilir. •. Toprağı, suyu kirlettiği insan sağlığı için risk oluşturduğu ve küresel ısınmaya katkı koyduğu bilinen kimyasal ilaç ve gübreye dayalı endüstriyel üretim tarzı ve gıda sistemi terk edilmeli, küresel iklim krizinin gerçekçi çözümünün de endüstriyel tarımdan vazgeçmek olduğunun bilinciyle küçük aile tarımı, geleneksel köylü tarımı korunup desteklenmelidir. •Gıdanın denetiminin gıda şirketlerinin eline geçmesini ve insanlığın bu gıda şirketlerinin insafına terk edilmesini engelleyecek olan tek şeyin gıdayı üretenler ve ihtiyaç duyanların egemenliğinde yani “Gıda Egemenliği”n de olduğu bilinmeli ve bu bilinçle de küçük aile tarımı, geleneksel köylü tarımı korunup desteklenmelidir. •Tarım arazilerini yok eden, suyu, havayı kirleterek bitkilerin ve diğer canlıların hastalanmasına yol açan, onların yaşamlarını tehdit eden enerji politikalarından vazgeçilmelidir. Enerji üretiminin arttırılması yerine enerji tüketiminin küçültülmesi planlanmalıdır. Endüstriyel gıda sisteminden vazgeçilerek geleneksel köylü tarımıyla, atalık tohumlar kullanılarak, yerelde üretip yerelde tüketmeye öncelik verilerek ve mevsiminde üretilip mevsiminde tüketilen, dondurulmuş gıdalardan ve büyük marketlerden vazgeçilen bir gıda sisteminin örgütlenme başarısı gösterildiğinde bile kullanılan enerjiden %17-18 oranında tasarruf sağlanır. - Tarım ve ormanlık arazilerin yok olmasına neden olan maden,turizm,konut, sanayi ve yol yatırımlarından vazgeçilmeli, tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı yasaklanmalıdır.
- Tüm canlıların Suya erişim hakkı olduğunun bilinciyle suların hapsedilmesinden vazgeçilerek doğru bir su yönetim politikası uygulanmalı ve suyun ekonomik kullanılması, adil paylaşılması sağlanmalı ve canlıların suya erişim haklarının olduğu yasalarla güvence altına alınmalıdır.
- Tarım sigortaları, çiftçiler lehine yeniden düzenlenmeli kapsamı genişletilmelidir.
- Tarımda çalışan nüfusun tümü eksiksiz olarak sosyal güvenceye ve örgütlenme hakkına kavuşturulmalıdır.
- Köylü kadınların krediye, eğitime ve her türlü evrensel haklarına erişmesine engel olan mevzuatlar değiştirilmelidir. • Endüstriyel balıkçılık yapanlara değil küçük kıyı balıkçılığına teşvik verilmelidir. • Deniz balıklarının gıda dışı kullanımı (yem üretiminde kullanılması) engellenmelidir. • Denizleri kirletip ekosisteme zarar verdiği biline “Balık Üretme Çiftlikleri”nin kıyı şeridinde tesis edilmesi yasaklanmalıdır. •Balıkçı kooperatifleri demokratikleştirilmelidir. • Kıyı balıkçılığına teşvik için balıkçı barınakları çoğaltılmalı, kıyı balıkçıları ve büyük teknelerde çalışan tayfaların sosyal güvenceye kavuşturulması için gerekli düzenlemeler yapılmalı, örgütlenmelerinin önündeki her türlü engel kaldırılmalıdır. • Deniz ekosistemine zarar verecek ve denizel canlıların yok olmasına neden olacak her türlü projeden vazgeçilmelidir.
AKP’nin “Milli Tarım Projesi” de neoliberalizmin tarım politikalarının uygulanmasında eksik kalan yanların tamamlanması projesidir. Yukarıda sıraladığımız öneriler ise neoliberalizm karşıtı, üreticilerden, tüketicilerden ve doğadan yana olan önerilerdir. Ve farklı bir tarım politikasını, farklı bir su politikasını, farklı bir enerji politikasını ve farklı bir çevre politikasını uygulamayı yani “Gıda Egemenliği’’ni bir toplumsal proje olarak örgütlemeyi gerektirir. ÖDP küçük üreticilerle, köylülerle, tüketicilerle birlikte neoliberal politikalara karşı duracak, AKP’eliyle yürütülen tahribatlara dur diyecektir. Yeni bir toplumsal düzen kurabilmek için ‘Gıda Egemenliği’ni örecektir.