“Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir”
Alman Atasözü
Son birkaç yıldır yaşanan “Gıda Krizi” korkusu nedeniyle gerek hükümet gerekse yerel yönetimler tarafından bir çok proje üretiliyor, pandeminin yarattığı etki bu projeleri daha fazla dikkat çeker hale getiriyor. Üretim ve tüketim kooperatifleri, çiftçi pazarları vb. yeniden keşfediliyor. Bu projelerin şirketlerin kontrolündeki bir gıda sisteminden çiftçilerin kopuşunu sağlayıp sağlamadığı veya çiftçileri mevcut gıda politikalarına entegre etmenin aracı haline mi getirip getirmediği sorgulaması yapılmadan, bu tür çalışmalar övülüyor.
Kooperatiflerin tek başına kapitalizmin alternatifi olmadığı, bir çok ülkede kooperatiflerin kapitalist sermaye birikim sürecinin bir parçası ve kapitalist ekonomik politikaların tamamlayıcısı olduğu unutuluyor. Ortaya konulan projeleri sorgulamaya çalışanlar da “neoliberalizmden etkilenme” eşiğini aşıp “neoliberalizmin savunucusu” haline gelen uzmanlar(!) tarafından “tu-kaka” ilan ediliyor.
“Destekler” yoluyla tarımsal üretim desenini değiştirme.
Şirketlerin kurduğu gıda sistemi, kendine tehdit olarak gördüğü küçük çiftçileri ve köylüleri sistemine bağlamak için özellikle iki yöntemi kullanır; birincisi sözleşmeli üreticilik, ikincisi şirket gibi örgütlenen ve yönetilen kooperatiflerdir.
2000’li yılların başında IMF, Dünya Bankası ve DTÖ dayatmalarıyla bir yandan taban fiyat uygulamalarıyla piyasayı çiftçiler lehine düzenleyen Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri tasfiye edilmeye çalışılırken diğer yandan da şirketlerin istekleri doğrultusunda yeni ürünlere” yönelen/ yönelmek isteyen kooperatif ve kişilere “hibe desteği” de dahil destekler sunuldu. Bu yöntemle birçok bölgede geleneksel ürünlerin üretilmesinin önüne geçildi. Tohum, zirai ilaç vb. girdilerle tamamen uluslararası şirketlere bağlanan, biyoçeşitliliği yok eden bir üretim sisteminin önü açılmaya çalışıldı. “Temiz Enerji” ve “iyi gelir getirecek” propagandasıyla üreticiler gıda üretimi yerine, biyoyakıt üretimi için gerekli olan bitkileri üretmeleri için teşvik edildiler, yönlendirildiler.
İzmir’de; Tire, Ödemiş, Bayındır, Beydağ, Kiraz ilçelerinden oluşan Küçük Menderes Havzası’nda “tarımsal kalkınma, çiftçiye destek” adı altında yapılan desteklerle bitkisel üretim deseni değiştirildi. Evet bir grup çiftçi deyim yerindeyse ” sınıf atladı/ atlatıldı”, ama çoğunluğu şirketlerin ürettiği gıdalara mahkûm oldu. Çiftçiler geçmişte buğday, pamuk, tütün, susam, arpa gibi geleneksel tarım ürünleri üretirken, bugün bir çoğu sözleşmeli üretime geçerek şirketler için salçalık domates, biber, turşuluk salatalık, süs bitkileri, silajlık mısır vb. üretir hale geldi. İlk başlarda sözleşmeli üretim çiftçilere “cazip” gelmiş, pazarlama sorunlarını çözdüklerini düşünmüşler ancak zamanla yanıldıkları ortaya çıkmıştır. Şirketler üretimi kendi uzman elemanlarıyla denetlemişler ve başlangıçta belirsiz olan birçok kez de ürünün tesliminden sonra belirlenecek olan fiyatlar üzerinden ürün satın almışlardır. Neoliberal tarım politikalarının temel taşlarından birisi olan bir modeli böyle oturtmaya çalışmışlardır. “Sözleşmeli üretim modeli” şirketlerin küçük üreticiyi tasfiye etmesinin, şirket tarımını yaygınlaştırmasının önemli bir aracı olmuştur. Diğer önemli aracı ise kooperatiflerdir.
“Kooperatifçilikte bir başarı öyküsü” olarak da sunulan Tire Süt Kooperatifi, Bakanlık, İzmir Kalkınma Ajansı, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve şirketler tarafından desteklenmiştir. Bu destekler tarımsal üretimde tam da DTÖ’nün istediği gibi sonuçlar doğurmuştur. Üreticileri geleneksel ürünleri üretmeyi devam ettirme yerine, hayvan yemi olarak kullanılan silajlık mısır üretmesi yaygın hale gelmiş, sulama sularının kullanıma açılmasının periyotları bile, suların azlığı bahane edilerek silajlık mısırın suya ihtiyaç duyduğu tarihlere denk getirilmeye çalışılmış, böylelikle de bölge de yetiştirilmek istenen farklı bir tarımsal ürünün suya olan ihtiyaç periyodu aynı tarihlere denk gelmiyorsa bu ürünleri üretmek isteyen üreticiler ürünleri için su bulamaz hale gelmişlerdir. Bu durum üreticilerin “Suya Erişim Hakkı”nı elinden aldığı gibi, ürün çeşitliliğinin yok olmasını da kolaylaştırmıştır. Kooperatif; bölgede yetiştirilen silajlık mısır yetmediğinde de endüstriyel hayvan yemlerini satın alarak üyelerine satmaktadır. Bu da üreticilerin şirketlere bağımlı hale getirilmesinin bir başka yanıdır.
Tire Kaymakamlığı’nın resmi web sitesinde “Son yıllarda Tire’deki süt sığır işletmeleri yapısal açıdan değerlendirildiğinde aile işletmeciliğinden ticari işletmeciliğe doğru değişim içerisine girdiği gözlenmektedir.” denilerek bölgedeki değişim övülmektedir. Halbuki aile işletmeciliğinin ticari işletmeciliğe dönüşmesi demek çokuluslu tohum, gıda ve kimyasal ilaç(!) şirketlerine bağımlılığın artması monokültür tarımsal üretime geçilmesi ve ürün çeşitliliğinin yok olması demektir ve üreticiler de dahil herkesi gıda da şirketlere bağımlı hale getirir. Tire-Süt’ün BM-FAO tarafından 2012’de“Dünyanın Örnek Kırsal Kalkınma Modeli” seçilmesi 2015’de “Kırsalda Refahı Artırma Başarı Ödülü alması” boşuna değildir. (1)
Gördük ki kim tarafından ortaya atılırsa atılsın, “çiftçiler için iyi şeyler yapacağız/ yapıyoruz” propagandasıyla ortaya konulan projeler sorgulanmadan kabul edilirse şirketlere bağımlılık daha da artıyor. Bugün de “çiftçiler için iyi şeyler yapacağız/yapıyoruz” propagandasının etkisi altına girip, önerilen projeler sorgulanmadan kabul edilirse yaşanacak sonuçların daha farklı olması söz konusu olamaz.
Endüstriyel tarımı geliştirmeye dönük yeni projeler:
Bütün bu gerçekliklere rağmen ne yazık ki “şirketlere alternatif örgütlenme” olduğunu iddia eden bazı tüketim kooperatifleri ve AKP’ye ve şirketlere alternatif tarım ve gıda projeleri ürettiğini söyleyen ana muhalefet partisi ve onun İzmir ve İstanbul B.B. de projelerinde Tire Süt Kooperatifinden yararlanmayı, onun ürünlerini alarak dağıtmayı veya satmayı projelerinin övülecek yanlarından birisi olarak göstermektedirler. Bir yandan “alternatif gıda sistemi kuruyoruz” diye yola çıkılmakta diğer yandan ise endüstriyel gıda sistemiyle uyumlu davranışlar gösterilmektedir. İzmir B.B bir yandan köylü pazarları kurmaya, yerel karakılçık buğdayını üretmeye, çoğaltmaya dönük projeler geliştirirken, diğer yandan İzmir Kalkınma Ajansı, T.C. Kalkınma Bakanlığı ortaklığıyla “Topraksız (Sanayileşmiş) Tarım” kursları düzenlemekte, bu konuda seralar kurmakta ve bunların reklamını yapmaktadır. (2) Bitkileri köklerinin tutunabileceği bir yüzey, mineraller ve su ile yetiştirmek kulağa hoş gelebilir, hatta toprakta yetiştirmekten çok daha fazla üründe verebilir. Ancak bu sistem yoğun miktarda kimyasal besleyici ve enerji girdisi sağlamayı da gerektirmektedir. Tarımsal üretimi şirketlere bağımlı kılmanın bir başka yoludur. Tarım arazilerini (toprağı) değersizleştirmenin ve amaç dışı kullanımının önünü açmanın da bir başka yoludur.
Bir başka proje de “Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgesi” projesidir. Bu projenin yürütücüsü Tarım ve Orman Bakanlığı’dır. Yapılması düşünülen yerler Dikili, Ödemiş, Tire, Seferihisar, Bayındır, Bakırçay Havzası, Foça, Menemen, Torbalı, Denizli Sarayköy, Aydın Efeler, Manisa Alaşehir, Balıkesir Edremit’tir. Bu projeye göre Valiliklerin öncülüğünde, Tarım ve Orman İl Müdürlüklerinin de katkısıyla hemen her İl’de ticaret odaları, sanayi odaları, ticaret borsaları vb. ortak şirketler kuracaklar, genellikle hazineye ait araziler ve meralar bunlara hibe edilecektir. Onlarda jeotermal kaynaklardan da yararlanarak örtü altı üretim yapacaklardır. Bu ilçelerin belediyelerinin büyük bir çoğunluğunda ana muhalefet partisi üyesi olan belediye başkanları vardır. İzmir B.B de dahil hiç birisi, ekolojik dengeye zarar verecek, biyoçeşitliliği yok edecek, Tarımsal üretimi Şirketlere devredecek olan bu projeye karşı çıkmadığı gibi bazısı bu projenin paydaşı olmak için çabalamaktadır.
Kısacası üreticileri şirketlere bağlamanın, endüstriyel gıda sistemini desteklemenin bir çok aracı vardır, bunu görmezden gelmemek, Gıda Egemenliği’nin felsefesini; yemek yemenin ekolojik ve politik bir eylem olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu unutulduğunda toprak tarımsal üretim için kimyasal bir sistem olarak algılanır, halbuki toprak, suya, havaya, iklime, bünyesinde yaşayan binlerce bakteri, mikro organizmalar ve bunların arasındaki karmaşık ilişkilerle ve yerel olan biyoçeşitlilikle yaşayan canlı, biyolojik bir sistemdir.
Şirketlerin kontrolündeki bir gıda sisteminden, halkın gıda sistemi olan Gıda Egemenliği’ne geçiş elbette zaman alacaktır, ancak bu süreci hızlandırmak elimizdedir. Daha sosyal, adil, ekonomik olarak uygulanabilir, ekolojik dengeyi koruyan bir tarım için, ekoloji ve iklim için mücadele eden projeler ortaya koymalıyız. Bu süreci olumsuz etkileyecek projelere de karşı çıkmalıyız. “Mevcut koşullar” bahanesiyle bunu ötelemeye çalışmak, şirketlerin kontrolündeki bir gıda sistemini farklı açılardan güçlendirecek projelere imza atmak demektir.
“Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan ona balık verme, balık tutmayı öğret”
Konfüçyüs
“Agroekolojik üretime geçmek o kadar kolay değil” diyerek süreç öteleniyor. Belki üretim yapacak çiftçilere bedava tohum, fide ve fidan veriliyor, ekim, yetiştirme, ilaçlama, gübre kullanımı, aşılama, ürün toplama gibi bütün aşamalarda bedava mühendislik desteği ve danışmanlık hizmeti sağlanıyor, üreticilerin girdi masrafları şimdilik bir nebze düşüyor, kameraların karşısına çıkan üreticiler “bize nasıl ilaçlama yapılacağını öğrettiler” diyor, ama “bize kimyasal kullanmadan üretimin nasıl yapılacağını öğrettiler” diyemiyor.
Kamuoyunun, “çiftçilere bedava tohum, fide ve fidan veriliyor, ekim, yetiştirme, ilaçlama, gübre kullanımı, aşılama, ürün toplama gibi bütün aşamalarda bedava mühendislik desteği ve danışmanlık hizmeti sağlanıyor” diye süreci sorgulamayıp, alkış tutması isteniyor. Elbette tüketicilere ucuz gıda temini de önemli bir iştir. Ancak bu mevcut gıda sisteminde köklü-radikal bir dönüşümü ifade etmez. Ancak geçici dönemsel bir iş olabilir. Türkiye ve dünyada yaşanan birçok deneyim göstermiştir ki; kapitalizm koşullarında bu tür girişimler sönümlenip gittiği gibi, sonunda bu işten sermaye karlı çıkmıştır. İster yerel yönetimler eliyle olsun, isterse STK’lar eliyle olsun, kimse bu girişimleri şirketlerin gıda sistemi karşısında başka bir gıda sisteminin nüveleri olarak göstermeye kalkmamalıdır. Böyle göstermeye kalkmak “neoliberalizmden etkilenme” eşiğinin aşıp “neoliberalizmin savunucusu” haline gelindiğinin göstergesidir.
Dipnotlar
1) Bknz. https://www.tiresutkoop.org
2) Bknz. https://www.topraksiztarimizmir.org