Fakültedeki odamdayım. Ne yapılır; çalışılır…
Çalışmaya çalışıyorum desem en doğrusu…
Gözüm odadaki termometreye ilişiyor; 35 santigrad derece. Kısacası havale geçirmek üzereyim…
Aklıma yol ve inşaat işlerinde çalışan işçiler, tarlada işlenen köylüler geliyor. Yaşadıkları cehennem olsa gerek deyip, halime şükrediyorum…
Benimse bir vantilatörüm var. Fır fır fır… Adamı hem sersem ediyor ve hem de o olmasa oturmak mümkün değil…
Yeri gelmişken belirtmeliyim; fakültemizde dekanlık makamı hariç kimsenin odasında klima yok. Bari dekanın yanına gideyim; hem biraz laflarız; mutlaka bana bir sade kahve de söyler ve ben de o ara biraz serinlerim…
Diye düşünürken, gözüm bilgisayar ekranındaki bir habere takıldı. SoL Portalın 25 Temmuz Çarşamba tarihli sayfasındaki haberlerden birisine şöyle bir başlık atılmış: “İlk kez yaşayan bir organizmanın kapsamlı bir bilgisayar modeli yapıldı”. Cell dergisinin Temmuz 2012 sayısında yayımlanan makalede sadece 525 geni olan ve insan patojen mikroorganizmaları içinde en basit yapılardan birisi olduğu kabul edilen Mycoplasma genitalium dan bahisle, bu canlının bütün genetik ve işlevsel özelliklerinin uzmanlarca modellendiği haberi geçiliyor.
Modelleme; yani matematik formüllerle, canlının canlılık sırlarının laboratuvar ortamında tam teşekküllü yaratılabilir hale gelmesi ilk kez gerçekleştiriliyor. Kıyıdan köşeden küçük bir haber; oysa insanlık için büyük adımlardan birisi…
Makaleyi anlatacak ve tartışacak değilim. Meraklısı kaynağından okuyabilir (1)…
Üzerinde duracağım “biyokapital” meselesidir.
“Biyokapital” terim olarak bana ait değil. Küçük bir bilgi olarak, Metis yayınlarından geçtiğimiz Mayıs ayında bu başlıkta bir kitabın çıktığını söylemeliyim (2). Yazarı Kaushik Sunder Rajan, kitabında biyoteknoloji ve piyasa güçlerinin, yani “bilim ve teknoloji kapitalizminin” çağdaş dünyayı nasıl şekillendirdiğine dair teorik bir açılımda bulunuyor. Kapitalizmin bilim işlerine nasıl karıştığını anlamak isteyenler için önemle bir kaynak yapıt. Özellikle biyoteknolojik ürünler olarak yeni ilaç molekülleri keşfedilmesinde, sermayenin “irade gösterme ve ayak direme nedenlerini” ekonomi-politik açısından süzmek isteyenlere de öğretici bir kaynak olduğunu belirtmeliyim.
Biyoteknoloji; terim olarak hem biyolojinin bilgisini kullanıyor; hem de bu bilgiyi pazarlanabilen bir ürüne dönüştürme işinin becerisini yani teknolojisini içinde taşıyor. İşin biyolojik tarafında özellikle hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji, biyokimya ve farmakoloji gibi doğa bilimleri bulunuyor. Bunun teknolojiye dönüşümü aralığında ise makina, elektrik-elektronik ve bilgisayar mühendisliği gibi mühendislik dalları var. Bu uzmanlık alanlarında üretilen bilgiler, DNA teknolojisiyle işleniyor ve sonuçta bitki, hayvan ve mikroorganizmalardan, doğal olarak var olmayan ya da gereksindiğimiz kadar üretilemeyen yeni ve az bulunan maddeler (ürünler) üretiliyor. İşte bunların hepsi biyoteknolojinin alanı ve konusu. Biyoteknolojinin belki de en önemli özelliği, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticari ürünlere dönüştürebilmesi. Yani bir anlamda kendi talebini de yaratabiliyor ve bu yönüyle de diğer teknolojilerden farklılaşarak ayrılıyor.
Biyokapital kavramını kavramlaştırmak için bu kısa giriş, şimdilik yeterli olsun…
Biyokapital kavramının nereye denk düştüğüne bakılacak olursa, önce Marx’ın “Kapital” ini yeniden gözden geçirmek gerek. Özellikle “değer teorisini” hatırlamak işin bel kemiğini oluşturuyor. KS Rajan yazdığı kitapta, Marksist değer teorileri ile Foucaultcu “biyopolitik” kavramını kararak, buradan “biyokapital” kavramını özütlemeye gidiyor.
Değer meselesi, sermaye dolaşımıyla yakından ilgilidir. Ekonomi-politiğin konusu olarak “değer” mübadele sürecinde gerçekliğini bulan “piyasa değeri” anlamını taşır. Oysa piyasa dışı başka bir değer alanından da söz edilebilir. Yaygın olarak bu türden bir değeri kendisine konu eden alan, “etik” olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci tür kavram ve içselleştirdiği “değer”, “ima alanları” olarak şekillenmektedir. Kuşkusuz, yaşam ve doğa bilimleri kategorisine giren bütün akademik alanlar her iki “değer” alanını da hem üretirler ve hem de tüketirler. Ne yandan bakılırsa bakılsın hem “piyasa değeri” ve hem de piyasa dışı bir değer alanı olan “etik” işi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Sonunda “etik”, sallanır, yuvarlanır ve piyasaya ait değer sistemlerinin tahakkümü altına girer; hatta giderek asimile olur ve piyasa değerinin kendisi, yani sermaye; kendini etik hale getirerek algımızı, benliğimizi, günlük yaşamımızı kapsar gider.
Anlaşılması zor diyorsanız, şöyle açmalıyım…
Genom araştırmalarının bel kemiğini, genetik ve moleküler biyoloji disiplinleri oluşturmaktadır. Burada asal alan olan “biyoloji” ise esasında bir”enformasyon bilimi” işlevini görmektedir. Öyleyse yanıtlanması gereken soru; biyoloji bu haliyle nasıl bir “değer” alanı içine denk düşecektir(?) olur.
Bu da mı olmadı? Daha da açayım…
Enformasyonel bilim alanı olarak biyoloji bilgisi, laboratuvara hapis falan değildir. O ilgililerinin yoğun ilgisiyle her yerde dolaşır. Dergide makale olur, yayımlanır; internette vardır; kongreleri düzenlenir; hakkında kitaplar basılır. Dolaşır da dolaşır. Dolaşımdan yararlananı sadece bilimciler midir? Yanıtı hayır! Enformasyonel bilim olarak biyoloji bilgisinin dolaşımı, ayrıca “türev” bir “sermaye dolaşımıdır”. Zira bu bilginin mülkiyeti farklı dinamik saiklerle piyasa değeri oluşturan şirketlerin faaliyetlerine konu olmaktadır. Öyleyse, söz gelimi genom araştırmalarının oluşturduğu bilgi havuzundan, farklı kanallara yönelen bilgi akışı ve dolaşımı son hedef olarak, piyasa değeri oluşturan özel mülkiyete yani şirketlere erişmektedir. İşte bu yeni “değer” alanını “biyokapital” olarak nitelemek mümkün hale gelmektedir.
Biyoteknoloji şirketleri, kapitalizmin yüksek teknoloji kullanan sektörlerinden birisidir. Üç belirleyici özelliğe sahip oldukları söylenir. İlki, bu şirketler keşif (innovasyon) kültürüne büyük önem atfedeler. İkincisi, normatif olarak keşif kavramının, bilimsel bilgi üretimi rol-model paylaşımcıları olduğunu belirlemek gerekir. Üçüncüsü ise “bilginin merkezi konumudur”. Bilginin merkezi konumunun biyoteknoloji şirketleri açısından büyük bir ağırlığı bulunmaktadır. O da bilginin kendisinin, hem metaya hem de yeniden bilgiye çevrilebilen bir mübadele birimi haline gelmesidir.
Biyolojik bilginin, akademik soyutluğunun dışında, toplumsal yaşamda ete kemiğe bürünmesi, ancak onun herhangi bir biyolojik ürün ya da malzeme olmasıyla mümkün olur. Bu biyolojik ürün bir “ilaç” olarak eczane rafına çıktığında, hem hastanın ihtiyacını karşılayacak bir kullanım değerine kavuşur ve hem de değişim için üretilmiş bir meta olduğundan “mübadele-değişim” değeri kazanmış olur. Kuşkusuz kullanım değeri aynı zamanda bir “etik değer” olarak da onu üreten bilimcisine, insan hayatına yarar katma onuru bahşederken, piyasa değerini kendi hanesinde toplayan firma ya da özel sermayeye “kâr” sağlar.
Bilimcinin ürettiği biyolojik bilgi, deneysel laboratuvar biyolojisine rasyonelleştirme sağlar. Örneğin belli bir DNA dizisi tarafından kodlanan bir proteinin olası işlevinin ne olduğu ya da hangi hastalıkların tedavisinde yaralı olacağını belirlemek “enformasyonel bilim” olarak mümkün hale gelmektedir. Ancak bu enformasyonu, ilaç kutusunda bir farmasötik ürün olarak paketlerseniz, o zaman değişim için bir üründen bahsetmek mümkün hale gelmektedir.
Bu sıcakta, termometrenin hararetini daha da arttıran bu yazının bir sonuna varmak gerek.
Biyokapitalin kavramsal olarak oturacağı yer; sermaye (para ve ilişkili bütün mülkiyet biçimleri), bilgi ve biyolojik ürün-malzeme gibi farklı biçimlerdeki birçok mübadele biriminin analizini içermesidir. Mübadele birimlerinden yaratılan değerler ise farklı aktörler ve çıkarlara ve bunlar arasında ki aşikar ya da belirsiz ilişkiler yumağına aittir. İlişkilerin kendi arasındaki kategorik sıralaması ise ilişkisizlikten, kesin ilişki ve tahakküme (biçimsel, gerçek ve biyopolitik) kadar bir dizin içinde cereyan etmektedir. Bunların açılımı için de başka birkaç yazıya ihtiyaç olduğu da ayrı bir gerçektir.
Cell dergisinde ki habere dönüp, noktalıyorum. Farmakoloji ve genetik bilimlerinin bir alt disiplini olarak farmakogenomik bilim alanı, hastanın bireysel özelliklerine özgü biyolojik ürün ya da ilaç geliştirmesini hedeflemektedir. Herhangi bir canlı türünün matematiksel olarak tam modellemesi, bu hedefin başarıyla tutturulmasında çok büyük bir olanak yaratacaktır. Bu yarar hasta çıkaranına olabileceği gibi, biyokapital açısından piyasa mübadele değerinin rantını toplayacak şirketlere inanılmaz kârlar da sağlayacaktır.
nuriabaci@gmail.com
Meraklısına kaynak:
1) http://www.cell.com/abstract/S0092-8674%2812%2900776-3
2) Kaushik Sunder Rajan, Biyokapital: Genom-sonrası Hayatın Kuruluşu, Mayıs2012-Metis yayınları
Kaynak : soL – 26 Temmuz 2012