Bugün fantastik gibi görünen, gerçek bir öyküyü anlatmak istiyorum size: Jeff Kleinpeter süt üreticisi, bir mandıra sahibi. Süt veren ineklerine öyle özenle bakıyor ki, kışın ahırları ısıtmak için ısıtıcıları açıyor, yazın serinletmek için vantilatörleri devreye sokuyor. Hatta Louisiana’nın aşırı sıcakları bastırıp da vantilatörler yetmediğinde, sis gibi, incecikten su püskürterek serinletiyor onları. Bazılarımızın iş ya da ev ortamlarında bile göremediği bu konfor içinde yaşayan hayvanları barındıran çiftliği görenlerin ” bir daha dünyaya gelirsem, bir Kleinpeter ineği olarak gelmek istiyorum” dedikleri de rivayet ediliyor.
Kleinpeter sevgiyle yetiştirdiği hayvanlarına “rBST” olarak bilinen, onların metabolizmalarını hızlandırıp, daha çok süt vermelerini sağlayan, ancak zararları bilinmeyen ya da dillendirilmeyen hormonu vermekten özellikle kaçınıyor. Çünkü uzun vadede hayvanlarına ya da onların sütünü içen insanlara neler yapabileceğini bilmiyor. Bu hormonu tüketmekten kendisi gibi kaçınmak isteyenler olduğunu varsayarak süt kutularının üzerine “rBST verilmeyen ineklerden üretilmiştir” ibaresini ekliyor.
Ondan sonra neler oluyor, neler. BST üreticisi meşum ve tanıdık firma Monsanto “vay efendim, sen misin bunu yazan” diyor ve bu ibareyi taşıyan ürünlerin üreticilerine, tüketicinin aklını karıştırmak ve yanıltmakla itham ederek, dava açıyor ve bu ibarenin ambalajlardan kaldırılmasını, yazılmasının da yasaklanmasını talep ediyor.
Lakin, bu defa Monsanto kazanamıyor, çünkü tüketici bu ibareyi taşıyan sütleri satın almayı tercih ediyor, hatta talep o kadar büyüyor ki, devasa marketler bile BST içermeyen süt satmaya mecbur kalıyor. Sonuçta, küçüklü büyüklü bir çok mandıra büyüyen talep karşısında BST içermeyen süt üretip, üstelik ambalajlarında da bunu belirtmekten başka çare bulamıyor. Bu konuda araştırmalar yapılıyor ve BST içermeyen ürünlere olan talep hakkında raporlar yazılıyor, yayınlanıyor.
Bu öyküyü anlattım, çünkü biz de uzun zamandır oruçluyuz. Sayın Defne Koryürek’in “Fikir Sahibi Damaklar (FSD)” sitesindeki uyarılarını gözönüne alarak GDO içeren besinleri yememeye çalışıyoruz. Yetişkinliğe erişememiş Lüferi ve kuzey denizlerinde hayasızca avlanan ton balıklarını da beslenme listemizden çoktandır çıkardık. Her öğün çatallarımızı gerçek ve temiz besinlere batırmaya çalışarak oyumuzu kullanıyoruz. Oyumuzu kullanıyoruz kullanmasına, ama bir bakıyoruz, bir zamanlar medyada kopan fırtınalara karşın, bu defa sessizce çatallarımızın ucuna, bizim isteğimiz ve irademiz dışında takılmaya çalışılan GDO’lu ürünlere ilişkin yeni yönetmelik neredeyse ruhumuz duymadan mevzuatta yerini alıvermiş.
Medyada ilk kez GDO fırtınaları koptuğu sırada, şimdi yaşamakta olduğumuz köydeki komşularımızla konuşurken bu konu sık sık gündeme geliyor, konuşmalar hep aynı soruyla bitiyordu. İlginçtir, bir çoğumuz gibi biz de GDO’lu olduğu kesin olan ithal mısır, soya, kanola ve bunların türevlerini içeren ürünlerin, eğer GDO’lu besin tüketmek istemiyorsanız, yenmemesi gerekenler olduğunu söyleyip dururken sorulan soru “neyi yememeliyiz?” değildi. Soru her defasında “iyi ama biz şimdi ne yiyeceğiz?”oluyordu. Anlaşılan “temiz, organik ve bu saydıklarımız dışındakiler” cevabı yeterince tatmin edici olmuyor, aynı soru sık sık yineleniyordu.
Bugün SlowFood_FSD twitter adresinde “yeni bir diyetin ilk günü” cümlesini görüp de linke tıklayınca, sayın Defne Koryürek’in 21 Haziran tarihli yazısıyla karşılaştım. Henüz başlamamış olanları da GDO orucuna davet eden bu yazıda “mısır kahvaltı gevreğinizden, gazozlu içeceğe, Türkiye’nin en çok satan birasından, tavukların yemine… heryerde. soya ise: çikolatadan, keklere, kurabiyeden, ekmeğe.. paketinde “gdo’suz mısır/soyadan üretilmiştir” yazmadığı sürece yemeyin. yedirmeyin” cümlesini görünce: “işte, o sorunun cevabı, bu olmalı” dedim. Bir daha “iyi ama biz şimdi ne yiyeceğiz?” sorusunu soranlara cevabımın “paketinde “gdo’suz mısır/soyadan üretilmiştir” ibaresi bulunan besinler” olmasını istiyorum.
Yönetmelikler bize rağmen çıkarılabilir. Ona bakarsanız, raflarda fare zehiri ve tarım ilaçları da satılıyor, ama neyi alacağıma yalnız ben karar verebilirim. Her alışverişimin bir “oy” olduğunu biliyorum. Şirketlerin ürünlerini talebe göre ayarlamak üzere sürekli nabız yoklayıp, trend takibi veya insanların yarın en çok neyi satın almak isteyeceklerini öngörebilmek amacıyla araştırma şirketlerine ve reklamlara ne kadar yatırım yaptığını okuyorum. Çiftçilerin, ben en çok neyi alırsam ertesi yıl “bu para yaptı” deyip onu ektiklerini ve marketlerin, mağazaların çok satan ürünleri getirmeyi tercih ettiklerini de biliyorum. Kazanç getirmeyecek işe kimsenin yatırım yapmak istemeyeceğini ise herkes biliyor.
Çocuklar, gençler, yaşlılar, siz, biz, hepimiz sağlıklı ve mutlu yaşayalım istiyorum. Yeryüzünden hiçbir tür eksilmesin, doğa her zaman zengin ve çeşitli kalsın, bitkiler ve hayvanlar da iyi yaşasın istiyorum. Çatalımın ucuna ne takacağıma kendim karar vermek ve seçim hakkıma saygı gösterilmesini istiyorum. Besinlerin paketlerinde “gdo’suz mısır/soyadan üretilmiştir” etiketini okunaklı bir şekilde görebilmek istiyorum. Besin üreticilerinin de aldıklarını sorgulamasını ve göğüslerini gere, gere, belgeleriyle ürünlerimiz GDO’suzdur diyebilmelerini istiyorum ve “Kleinpeter”in öyküsüne bakıp “Neden olmasın?” diyorum.
Organik ürün pazarları, raflarda organik etiketli ürünler boşuna mantar gibi bitmiyor, çünkü biz öyle istiyoruz. Pazarlarda domateslere, çileklere hormonsuz etiketleri boşuna konmuyor, çünkü biz öyle istiyoruz. Bazı reklamlarda ürünlerin GDO içermedikleri boşuna ilan edilmiyor, çünkü biz öyle istiyoruz. GDO’nun sağlığımıza, gelecek nesillere neler yapabileceğinden henüz haberdar edilmesek de, biz üretmesek de, üretildiği yerlerden başlayarak geleceğimizin garantisi olan biyolojik çeşitliliği azaltacağını biliyoruz. O halde seçimlerimizi bu gerçekleri göz önüne alarak yapabiliriz.
Öküzün boynuzunda değilse de, pekala ÇATALIMIZIN UCUNDA DÖNEBİLİR DÜNYA.
Kaynak : http://meyvelitepe.typepad.com/
Bir Yorum
cengiz şahin
Çatalımın Ucunda Dönüyor Dünya !
İşte bu başlık dikkatimi çekti ve ” acaba doğrumu anladım ” diyerek tıkladım siteyi , evet doğru anlamışım ! İçinde bulunduğumuz ” Global süreç ” bundan sonra biz sıradan insanların elinde kalan tek ” gücün ” bu olduğunu gösteriyor .
Yukarıdaki kaynak linki ( http://meyvelitepe.typepad.com/ ) tıkladığınızda yazı içinde başka linkler de bulacaksınız . Hepsini tıklayıp okuyun demek gereklimi bilmiyorum , çünkü herkesin o kadar vakti olmayabilir , ancak http://twshot.com/2AGE linkini mutlak tıklayın . Biz sıradan insanların hiç bir zaman kaybetmeyeceği tek güç bu ! İçinde bulunduğumuz asırda insanoğlu kendi geleceğine ve gelecek kuşaklarına nasıl bir dünya bırakacağına kendisi karar verecek . Artık seçimler bireysel veya ülkesel kalamayacak çünkü her ülke vatandaşı bundan sonra çıkarlarını ancak ortak hareket ederek koruyabilecek . Hiç bir ulusun çıkarı bir diğerininkinden bağımsız olamayacak .
http://www.karasaban.net ‘e ve ” HATIRLAMA ” sından dolayı Defne Koryürek’e teşekkürler .
Ben de bir hatırlatma yapayım ; Nasrettin Hoca der ki , PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR ” :) Akşehir’e gidenler bilir ; Nasrettin Hoca’mızın , etrafı açık olmasına rağmen kapısı kocaman bir asma kilit ile kilitlenmiş bir türbesi vardır . Türbenin içinde de bir nokta . O noktanın yanında şöyle yazar ; ” DÜNYA’NIN MERKEZİ ” !!! İçinizde inanmayanlar çıkabilir , İnanmayan varsa ölçsün ! :)
” Nasrettin Hoca Hikayeleri ” nin ne kadar ciddi mesajlar verdiğini , etrafı tamamen açık olmasına rağmen kilitli bir kapısı olan ve içinde ” Dünya’nın Merkezi ” yazan o türbeyi gördüğümde ben daha iyi anlamıştım , size de aktarayım istedim .
Dünya’nın Merkezi Akşehir’dedir . inanmayan ölçsün !!! Sanırım artık o türbeye ve ” Dünya’nın Merkezine ” bir de çatal saplamak ve yanına da ” DÜNYA ARTIK BU ÇATALIN ETRAFINDA DÖNÜYOR ” diye de yazmak gerekli . İnanmayan gelişmeleri izlesin !!!
http://www.karasaban.net ‘e ve Defne Koryürek’e bir kez daha teşekkürler .