Şurası açık ki, sendikaların kitleleri tek taraflı harekete geçirme döneminin sona erdiği ve hareketin kendisinin kurumlara yön verdiği bir dönemi yaşıyoruz.
Tekel işçilerinin bir ayı bulan direnişi, Türkiyeli toplumsal hareketlerin gidişatında önemli bir eşik oluşturmak üzere. Direnişin en önemli noktası, tüm sendikal ayak sürümelere, hükümetin tepkisine ve polisin insanlık dışı tavrına rağmen, işçilerin inadıyla ve inancıyla sürdürülüyor olması. Aşılacak bu eşikle birlikte, mücadelelerin artık bir taban hareketi olarak geri döndürülemeyecek mecralara akabileceğini hep birlikte göreceğiz. 2006 yılından Bor-Ilgın ve Ereğli Şeker Fabrikalarının özelleştirilme girişimleri de yine işçilerin inadı ve dönemin Bor Şeker-İş Şubesi Başkanı’nın kişisel gayetleriyle iptal edilmişti. Her iki deneyim de, gerek mücadelenin sürdürülüş tarzı ve kazanımları gerekse çıkarılacak sonuçlarla benzerlikler gösteriyor.
Fabrikaların tam kapasiteyle çalıştırılmasının çeşitli şekillerde engellenmesi, uluslararası kuruluşların dengelerine uygun olarak tarım politikalarının değiştirilmesi, ekilen ve işlenen ürün yelpazesinin değiştirilmesi gibi birçok faktörün bir araya gelmesi ile kamu fabrikaları, yeni kaynak yaratılmaksızın ve dolayısıyla üretim sürecinden koparılarak özelleştiriliyor. Buna benzer bir süreci Şeker Fabrikaları’nda yaşadık ve yaşıyoruz. Kar eden Şeker Fabrikaları’nın özelleştirme kapsamına alınıp, çoğunlukla değerli arazilerinin kullanımı için satışa çıkarılması girişimi, önce iki kez ertelendi ardından iptal edildi. Seçim süreçlerinin geride kalmasının ardından, yakın zamanda bu kez farklı bir Şeker Fabrikaları paketi özelleştirmeye açıldı ve bir önceki mücadelenin merkezi kurumlarca desteklenmemesinin sonucunda, “başarıyla” gerçekleştirildi. Bu özelleştirmelerin temelinde,Türkiye şeker üretiminin pancar yerine, uluslararası ve özelinde Cargill baskısıyla mısır lehine desteklenmesi yatıyor. Bu detaylı mesele, başka bir yazının konusu olacak nitelikte. Ancak fabrikaların satışına karşı gösterilen ve gösterilmeyen direniş, yeni dönem hareketlerin seyri açısından, vurgulanmayı hak ediyor.
Bor-Ilgın ve Ereğli Şeker Fabrikalarının satılmasına karşı geliştirilen mücadele, yereldeki sendika şubesinin çoğu zaman genel merkezi karşısına alarak örgütlediği ve başlangıçta bu mücadeleye uzak duran işçileri de kapsayarak genişleyen bir sürece tanıklık etmişti. Özelleştirmelerin, sadece Şeker sektöründe değil, diğer alanlarda da benzer mantıkla işlediğinin ve fabrikaların satışının önce güvencesiz iş, ardından da işsizlik anlamına geleceği açık bir şekilde ortaya kondukça, satışlara tepki yükseldi. Meselenin ulusal bağlamları aşan bir kıskacın sonucu olduğunun anlaşılmasıyla, birlik-bütünlük ve bağımsızlık çağrıları yapan siyasetçilerin ellerinin kollarının nasıl bağlandığı daha net anlaşıldı. Eylemler, bildiriler ve kurultayların ardından, işçilerin fabrikaya ziyarette bulunan Bakan ve diğer yetkililere tepki görmesi ile, önceleri hükümetin muhatap almadığı Şeker-İş Genel Merkezi, görüşmelere çağrıldı. İşçilerin, yöre milletvekillerini, ulusal basını ve interneti daha etkili bir şekilde kullanmaları ile satışın seyri önce Pankobirlik’e yöneldi, ardından ertelendi ve en nihayetinde seçim sathı mahaline girilmesiyle birlikte iptal edildi. 2006 1 Mayıs’ında Niğde’de işçiler ilk kez alana çıkarak İşçi Bayramı’nı kutladı.
Geçtiğimiz haftalarda, SBF’de Tekel işçilerinin nasıl örgütlenip Ankara’ya geldiklerini bizzat onların ağzından dinlerken, yaşanan süreçlerin ne kadar benzer olduğunu gördüm. İşçiler, çeşitli şehirlerden otonom bir şekilde örgütlenerek Ankara yollarına düşmüşlerdi. Çoğu zaman bu karar yetkili sendikanın işyeri temsilcileri ve şubelerine rağmen alınmıştı. İşçiler ses getirecek bir eylem olmadan ve meselenin geniş çaplılığını duyurmadan mücadelenin sönümleneceğinin farkındaydılar. Nitekim, ancak polis müdahalesiyle ana haber gündemlerinin ilk sırasına yerleşebilen işçiler, aylardır toplanmayan Türk-İş başkanlar kurulunu da toplatmayı başarmıştı. İşçilerin, kendi sorunlarına dair söz söyleme gücü, hem Tek Gıda İş’i hem de Türk-İş’i uykusundan uyandırmayı başarmıştı.
Küçük Amfi’de kendi hikayelerini anlatan işçiler, daha önce fabrikaların diğer birimleri ya da farklı şehirdeki işletmeleri kapanırken sessiz kalmalarının, Şeker ve SEKA özelleştirmeleri sırasındaki mücadeleye destek vermemelerinin ne demek olduğunu, şimdi daha iyi anladıklarını da söylediler. Bu durum yereldeki mücadelelerin birbirine eklemlenmeden başarısız kalacağının pratik bir ifadesiydi. İşçilerin her biri sendika yöneticilerinin pasif tutumlarının, kendilerinin kendi hakları üzerinde söz söylemeleri için uyarıcı bir etki yaptığını da açık bir şekilde ortaya koymaları kayda değerdi.
Şurası açık ki, sendikaların kitleleri tek taraflı harekete geçirme döneminin sona erdiği ve hareketin kendisinin kurumlara yön verdiği bir dönemi yaşıyoruz. Kendi hayatlarından çıkan sorunların genel bir çerçeveye oturtulması ile, otonom ve hiyerarşilere takılmadan ilerleyen bu süreç, yeni kazanımların elde edilmesi için kritik bir önem taşıyor. Hareketin yeni yönünü gören kurumlar, gidişata yön verme gücüne sahip olabilecek. Bu da eski kurumsal yapıların sorgulanmasının önünü açacaktır.
19/01/2010 _ radikal.com