AŞAĞIDAKİ KAPSAMLI TARIM VE TARIMIN EKONOMİ-POLİTİĞİ SÖYLEŞİSİ “TARIM KULÜBÜ” DERGİSİNİN İLK SAYISI İÇİN VERİLMİŞTİR. UZUNDUR AMA SÖYLEŞİ YALNIZ TARIMI ANLATMAZ… DAHA ÖTESİNİ, POLİTİK OLANI VE GELECEĞİ ANLATIR. SIKILMADAN LÜTFEDİP OKURSANIZ MISIR’DAN KÜRT SORUNUNA KADAR PEK ÇOK GÜNCEL SORUNA YANIT -BELKİ- BULACAKSINIZ..
“Yakın gelecekte insanlığın en önemli sorunlarını, tarım ve gıda alanlarında, küreselleşme ve teknolojideki gelişimlere bağlı değişim ve yeniden yapılanma süreci ortaya çıkaracak. Biyoteknolojideki baş döndürücü gelişme ve ‘gelişmekte olan ülkelerin’ tarımda yapmakta olduğu ve yapacağı yeni düzenlemeler politik alanı da büyük ölçüde belirleyecek.”
“Artık tarım ve gıda alanlarını yalnızca ekonomik sektör olarak kategorize edemeyiz. Tarım ve gıdayı, içilebilir ve kullanılabilir su kaynakları ile birlikte ele alırsak, bunları politik belirleyiciliği olan alanlar olarak saptamamız gerekir -ki 21. yüzyılda sınıflar, ülkeler arasındaki en önemli sorunlar ve çelişkiler bu iki temel alan üzerinden ‘su yüzüne’ çıkacak.”
“Kapitalizmi akademik ve siyasi yönde eleştirenler şimdiye değin onun insanı sömürmesi problemini ortaya attılar ve bunun üzerinden anlatılarını geliştirdiler. Hâlbuki bugün ortayı çıkıyor ki; bu sistem, aynı zamanda, doğayı da yok etmek üzere sömürüyor. İşte bu yalnız bir sınıfın değil, bugün tüm insanlığın sorunudur.”
“Türkiye’de her köy evinin önünde traktör vardır. Ama o köylünün o traktörü sürecek yeterli toprağı yoktur. Komşusu traktör aldı diye traktör alır köylü ama bir olup kooperatif kurmaz, toprağını, üretim aracını, emek gücünü birleştirmez. Bunu yapacak akılı yaratmamız lazım.”
“Sistemin bütün tedarik zincirleri kopacak. Zaten bu olduğu zaman çok ciddi bir kriz üçgeniyle karşı karşıya kalacağız. Rusya’nın şimdi yaptığını herkes yapacak ve gıda fiyatları çıldıracak, enerji fiyatları bunu takip edecek ve ekonomiler, hızla militerleşerek yerel iç savaşların yolunu açacak. Bu savaşlar çevre krizini tetikleyecek.”
“Türkiye’de 85 yılda niye gerçek anlamda bir toprak reformu yapılmadığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Çünkü tarımda kapitalist ilişkiler yeni bir sömürü mekanizmasını geliştirir ama aynı zamanda burjuva demokrasinin de temelini atar. Şimdiye değin iktidarda olan oligarşik yapı, özellikle doğuda, kapitalist yapılanmayı ve demokrasiyi önleyerek iktidarını sürdürdü. Tarımın işçileşmesi ve çiftçileşmesi önlendi. Bu aynı zamanda demokrasinin de önlenmesi anlamına gelir.”
Türkiye’de ekonomi gazeteciliği deyince akla gelen belki de en önemli isim Taraf gazetesi yazarı Cemil Ertem. Hem sosyal medya alanında ön planda göze batan açıklamaları hem de Taraf gazetesinde köşesiyle ekonomi gazeteciliğine farklı bir soluk getiren Ertem’e, yaklaşan gıda krizi üzerine sorularımızı yönelttik. Gazetedeki köşesinde ve katıldığı televizyon programlarında sık sık krizler üzerine analizlerde bulunan Ertem, kapitalizmin klasik krizlerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu ve önümüzdeki krizlerin ‘resmi’ adının gıda ve çevre krizleri olduğunu belirtti.
‘Gıdanın, tarımın ve suyun politiği’ adlı makalenizde, ‘Artık tarım ve gıda alanlarını yalnızca ekonomik sektör olarak kategorize edemeyiz,’ diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Günümüzde artık kriz kavramı ekonomik ve siyasi gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan bir olgu olarak ele alınmamalı. Bugün insanlık büyük ölçüde bir gıda ve çevre krizinin eşiğine gelmiş durumda… Gerçi bu gıda ve çevre krizinin kaynağı kapitalizmin, ekonomik ve siyasi işleyiş yasalarında yatıyor olsa da önümüzdeki krizlerin ‘resmi’ adı gıda ve çevre krizleridir. Yakın gelecekte insanlığın en önemli sorunlarını, tarım ve gıda alanlarında, küreselleşme ve teknolojinin gelişimine bağlı değişim ve yeniden yapılanma süreci ortaya çıkaracak. Biyoteknolojideki baş döndürücü gelişme ve gelişmekte olan ülkelerin tarımda yapmakta olduğu ve yapacağı yeni düzenlemeler politik alanı da büyük ölçüde belirleyecek.
Türkiye, bu alanda da hem coğrafi konumu hem de doğal yapısı gereği belirleyici ülkelerden birisi.
Artık tarım ve gıda alanlarını yalnızca ekonomik sektör olarak kategorize edemeyiz. Tarım ve gıdayı, içilebilir ve kullanılabilir su kaynakları ile birlikte ele alırsak, bunları politik belirleyiciliği olan alanlar olarak saptamamız gerekir -ki 21. yüzyılda sınıflar, ülkeler arasındaki en önemli sorunlar ve çelişkiler bu iki temel alan üzerinden ‘su yüzüne’ çıkacak. Şu gerçeği unutmamalıyız; bütün sınıflı toplumlarda insanın karnını doyurması politik bir uğraştır. İlkçağlarda tapınakların ortaya çıkmasının ardında buralarda ürüne ve toprağa hâkim olan sınıfların tahılları saklaması ve koruması gerçeği yatar. Tapınaklar aynı zamanda tahıl depolarıydı ve artığa el koyma, onu kendi çıkarlarına göre dağıtma politikanın tam da özüdür. İşte bu anlamda tarım, insan var olduğundan beri ekonomik bir sektör değil, özünde politik bir sektör… Bundan dolayıdır ki şimdiye değin bütün gelişmiş ülkeler, sınıfsal dengeleri bozmamak kaydıyla tarıma destek verdi. Böylece tarım piyasanın değil, politik desteklerin yönlendirmesiyle şekillendi. Tabii bu da yine başından beri, doğanın dengesini bozdu.
Sınır aşan su yerine entegre havza yönetimi
Örneğin; şu sıralar ‘paylaşılan doğal kaynak’ kavramı tartışılıyor. Bu kavram uluslararası niteliğe haiz sulardan devletlerin birbirlerine zarar vermeden azami faydayı sağlamalarının bir adımı olarak ortaya atıldı. Ancak bu kavrama, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke ‘mutlak egemenlik prensibi’ne aykırı olduğu için karşı çıkıyor. Buna bağlı ve AB tarafından da kabul edilen ‘entegre havza yönetimi’ kavramı da geliştirildi. Bugün Türkiye ise Fırat ve Dicle için ‘sınır aşan sular’ kavramını benimsiyor. Bu kavram suyun mecraı üzerinde duruyor ve suyun çıktığı yerle aktığı yer arasında eşit egemenlik tesisinin olmayacağı prensibine dayanıyor. Ancak bu konuyla ilgili uluslararası hukukta yoğun tartışmalar da sürüyor. Bu tartışmalar da özünde ulus-devlet tartışması ve ekonomik-diplomatik bir tartışma olmaktan ziyade, politik belirleyiciliği olan hatta çözümsüzlük halinde bölgesel savaşlara yol açabilecek önemde tartışmalar.
Şimdi Türkiye bu konuda ‘sınır aşan su” kavramı yerine ‘entegre havza yönetimi’ni benimsemezse ‘komşularla sıfır problem tezi’ de suya düşer. Yani gıda ve doğal kaynaklar konusunda ulus-devletlerin artık tek başlarına yapacakları düzenlemeler artık geçici çözümler ve önemli olan burada kalıcı küresel çözüme gidilmesi.
Dünya ekonomisinin bugün yaşadığı en temel tarım ve gıda sorunları sizce neler?
Az önce de belirttiğim gibi kaynakların kıt olduğunu söyleyemeyiz; asıl bu kaynakların adilce, insana- doğaya uygun paylaşılması, kullanılması sorunu var ve bu sorun kapitalizmin ürettiği temel bir sorun. Kapitalizmi akademik ve siyasi yönde eleştirenler şimdiye değin onun insanı sömürmesi problemini ortaya attılar ve bunun üzerinden anlatılarını geliştirdiler. Hâlbuki bugün ortayı çıkıyor ki bu sistem, aynı zamanda, doğayı da yok etmek üzere sömürüyor. İşte bu yalnız bir sınıfın değil, bugün tüm insanlığın sorunu… Bugün bu alanda iki temel sorunumuz var: 1.si kaynakların yağmalanması ve kıt olmayan kaynakların kıt hale getirilmesi. Şuna inanın; kim size ‘kıt kaynaklar’ diye başlayan bir cümle kuruyorsa bilin ki o yalandır. Bakın ‘Yanlıştır,’ demiyorum, doğrudan yalandır, dezenformasyondur. 2.si ise gıda tekellerinin ve bu tekellerin arkasındaki gelişmiş ulus-devletlerin uyguladığı kaynakların tekelde toplanmasını sağlayan politikalardır. Bugün küresel gıda krizine vurgu yapan birçok örgüt, trilyonlarca dolarlık tarımsal desteklerin zengin çiftçilere, tarım ve gıda tekellerine gitmesine seyirci kalıyor.
Çin tarımda da baş aktör olma yolunda
ABD’nin tarımsal desteklerinin yüzde 68’ini gıda tekelleri kullanıyor. Öte yandan Çin-ABD ticaret dengesi ABD’yi finanse ederken, Çin’i dolar zengini yapıyor ve Çin bu dolarlarla küresel piyasalara girip temel gıda talebini ve fiyatını yükseltiyor. Aslında kapitalizmin finans, gıda, enerji gibi ayrı alanlarda ürettiği krizler sonuç olarak birbirine ve kapitalizmin özüne bağlı. Ancak, bu krizleri sürekli kılan ve çözümsüzlüğe iten hatta kapitalizmin aşılmasını önleyen de ulus-devletler.
Çin-ABD arasındaki akıl dışı ticaret dengesinden, akan suları barajlarla zincirleyip kirliliğe ve su krizine yol açma ahmaklığına kadar bütün marifetler ulus-devlet kapitalizminin işi.
Evet, bugün insanlık bir eşikte… Ülkemiz ve bölgemiz bu eşiği aşarsa yeni bir dünya ile tanışacak ama bu gecikirse ve az önce saydığım ‘kötülük zinciri’nin 5 halkası iç içe geçerse bizi kötü günler bekliyor. Bunun için ulus-devlet kapitalizmini savunanların aynı zamanda bir gıda, enerji ve çevre krizini de savunduğunu unutmayalım. Bugün ulusalcılık-milliyetçilik denen illet insanlık düşmanı bir ideolojidir, solundan da sağından da uzak duralım.
–
Buğday konusunda provizyonist yaklaşımlar
Bugün küresel gıda krizine vurgu yapan birçok örgüt, büyük ölçekli tarımsal desteklerin zengin çiftçiler, tarım ve gıda tekelleri arasında paylaşıldığı iddiasında.
Bu mesele için Rusya’nın buğday konusunda yaptığına bakalım. Rusya, büyük bir feodal ülke gibi provizyonizm kararı aldı. Yani buğday ihracatını kısmen yasakladı. Rusya’nın buğday ihracatı için aldığı yasak küresel piyasalarda buğday fiyatlarını hızla yukarıya çekti. Ama zaten buğday fiyatları, birçok ticari meta gibi, uzun süredir artma eğilimindeydi. Şimdi Rusya’nın bir nevi provizyonizm sayılacak kapitalizme hiç ait olmayan bu kararını bir kenara bırakalım ve şu soruya yanıt arayalım: ‘Önümüzde bir gıda krizi var mı ya da bugünkü kriz, gıda, enerji ve Yapılan araştırmalara göre bugün dünyada 1 milyar insan açlık sorunuyla boğuşuyor. Küresel bir gıda krizi kapıda mı?
Bugün et krizi aslında başladı bile. Et fiyatları yalnız Türkiye’de yükselmiyor. Gelişmekte olan ülkelerde gelir seviyesi yükseldikçe ete olan talep artıyor ama bu talebi karşılayacak arz ortada yok. Daha doğrusu olması gereken et arzı, et üretimi ve ticaretini elinde bulunduran tekelci yapılar tarafından sağlanmıyor ve burada piyasa mekanizmasından çok başka çarpık bir yapı var ortada. Bugün Çin, Orta Afrika, Güney Amerika ve Asya’nın Kuzey Amerika ve Avrupa kadar et talep ettiğini düşünün! Çinliler hamburger yemeye başlarsa ne olacak, fiyatlar çıldıracak; çünkü beyaz ve kırmızı et kaynakları yani denizler yağmalanıyor. Öte yandan küçük ve büyükbaş hayvan yetiştirip bunu ete dönüştüren tesisler, yetersiz talep ve yüksek fiyat tekelci anlayışı ile çalıştığı için arzı aşağıda tutuyor. Bütün tarımsal üretim ve yapı bu mekanizmaya göre ayarlanmış. İşte bundan dolayı dünyanın küçük bir kısmı et yemekten hasta olurken diğer büyük kısmı da protein yetersizliğinden ölüyor.
Yüksek girdi kullanan sanayileşmiş tarımdan, daha küçük boyutlu ekolojik gıda üretimine geçilmeli mi? Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Dünya hem ekolojik tarıma önem vermeli ve bunu geliştirmeli bir taraftan da tarımsal üretim tüm dünya nüfusunun ihtiyaçlarına yanıt verecek ölçekte olmalı. Kaynakları israf eden ve mutlaka devlet desteğine ihtiyaç duyan yetersiz ölçekte, geçimlik tarımdan vazgeçmek gerekiyor. Ancak tarımda uygun ölçek derken; tekelleşmiş ve piyasayı belirleyen dev tarım işletmelerinden bahsetmiyorum. Bunlar da, demin söylediğim gibi, gıda krizine yol açacak tarımsal tekeller zira. Mesela Brezilya’da MST’nin kurduğu tarımsal işletmeler var. Bunlar fiyat ve kalitede tekellerle rekabet eden uygun ölçeği yakalamış işletmeler, yani başka bir deyişle kâr eden tarımsal kooperatifler… Bakın; bugün Türkiye’de her köy evinin önünde traktör var ama o köylünün traktörü sürecek yeterli toprağı yok. Komşusu traktör aldığı için traktör alır köylü ama bir olup kooperatif kurmaz, toprağını, üretim aracını, emek gücünü birleştirmez. Bunu yapacak aklı yaratmamız lazım.
Tarımsal yakıt meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Tarımsal yakıt üretimi ve ticaretinin enerji sorununu çözmediği gibi tarım ve çevre için büyük tehdit olduğu kanısındayım.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Serbest Ticaret Anlaşmaları müzakereleri yerel ve ulusal gıda sistemlerini olumlu etkiliyor mu? Yoksa bu tür organizasyonlar revize edilmeli ya da yeni bir sistem mi kurulmalı? Ne diyorsunuz?
Bugün DTÖ ve Serbest Ticaret Anlaşmaları sistemi çökmüş durumda ve burada çok acil bir yeniden düzenlemeye ihtiyaç var. İlerleyen dönemde G-20’nin en büyük meselelerinden birisi bu olacak.
Bazı gelişmekte olan ülkeler ve Via Campesina gibi sivil toplum örgütleri ‘gıdayı, tarımı, suyu kapsayan, etkileyen spekülatif, türevlere dayalı ticaretin yasaklanması gerektiği ve bütün toplumların kendi gıda sistemlerini, toprak ve su ortamlarını belirleyebildikleri ve sağlayabildikleri; biyo-çeşitliliğin, geleneksel bilgi ve birikimleri koruyabildikleri’ koşullarda bir tarım politikası belirlenmesi için bildirgeler yayınladı.
Benim savunduğum tarımsal üretim ve yeni tarım ekonomisi modeli budur. Ama bu ulusal değil, küresel olmalı.
çevre üçgeninde bir reel krize dönüşür mü?’ İşte bu sorulara yanıt aramamız gerekiyor. İlk önce şu ‘buğday’ denklemini çözelim. Buğday fiyatları son bir yıldır küresel piyasalarda yüzde seksene varan bir artış gösterdi. Artış, aşırı sıcaklar ve kuraklık tehlikesine bağlı olarak, rekoltenin düşeceği ve stokların yetersiz kalacağı endişesine dayanıyor. Ancak bu durumun şu an bir krize dönüşmesi beklenemez; çünkü başta ABD olmak üzere üretimi ve tüketimi belirleyen birçok ülkede stoklar yeterli, hatta ABD’deki stokların şu an son 23 yılın en üst düzeyinde olduğu da belirtiliyor.
İklim yeterli üretimi olanaksızlaştırıyor
Bilindiği gibi küresel faiz oranları çok düştü, birçok güçlü fon küresel piyasalarda yatırım yapacak risksiz mali alan bulamıyor. Böyle olunca buğday, pamuk gibi temel gıda ve tarımsal endüstri emtia pazarlarına fonlar yöneliyor. Bu da kısa vadede fiyatları hızla yukarı çekiyor. Ancak, orta ve uzun vadede kapımızda çok ciddi bir gıda krizi tehlikesi var; çünkü hızla değişen iklim, bu ürünlerin doğal, geleneksel üretim yöntemleriyle dünyanın ihtiyacını karşılayacak düzeyde üretilmesine olanak tanımıyor. Tabii bu, işin görünür yanı. Daha derine indiğimizde karşılaştığımız tablo çok daha vahim… Kapitalizm, 4 temel alanda sistemik sorunla karşı karşıya bugün: ‘Sistemik finansal çürüme, gıda güvenliği, küresel tedarik zincirlerinde kopma ve enerji fiyat artışı riskleri…’ Buna yaklaşan iklim temelli çevre krizini de eklersek tablo iyice belirginleşir.
Provizyonist yaklaşımlar iç savaşları tetikleyecek
2020’ye kadar Ortadoğu, Afrika ve Asya’da piyasa mekanizması çalıştırılamazsa ve enerji başta olmak üzere, ulaşım ve lojistik ağlarının güvenliği tehlikede olursa 2. kriz halkası devreye girecek. Sistemin bütün tedarik zincirleri kopacak. Zaten bu olduğu zaman çok ciddi bir kriz üçgeniyle karşı karşıya kalacağız. Rusya’nın şimdi yaptığını herkes yapacak ve gıda fiyatları çıldıracak, enerji fiyatları bunu takip edecek ve ekonomiler, hızla militerleşerek yerel iç savaşların yolunu açacak. Bu savaşlar çevre krizini tetikleyecek.
Peki, bu kötümser senaryo nasıl gerçek olabilir? Hemen söyleyeyim. İlk olarak AB genişlemesinin durması ve AB’nin siyasi bütünleşme doğrultusunda adım atmayarak gerilemesi… 2. olarak Türkiye’de darbeci-ulusalcı geleneğin iktidara gelmesi ve Türkiye’nin doğusundan başlamak üzere çatışmaların Ortadoğu’ya yayılması… 3. olarak İsrail’in dünyadan tamamen koparak bölgede yayılmacı bir strateji izlemesi… Buna bağlı olarak İran’daki rejimin sertleşmesi… 4. ve son olarak ABD’de Obama’nın yeniden seçilememesi ve yeni neocon iktidarı. Şimdi bu felaket zincirinin az önce saydığım halkaları bir araya gelirse bizi gıdadan çevreye uzanacak bir reel kriz bekliyor. O zaman bu kriz tabii ki bugünkü gibi olmayacak. Açlığın ve ölümün her yerde olduğu yeni bir ‘ortaçağ’ ile tanışmış olacağız.
Türkiye bu sorunların çözümünde nasıl bir rol oynuyor? Çözüm aşamasında neler yapabilir? Bir yazınızda Yeni Dünya Düzeni’nin kurucularının Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler olacağını yazmıştınız. Bunun tarım ile ilişkisi ne düzeyde olacak sizce?
Türkiye’de tarım başından beri kanayan bir yara oldu. ‘Köylü milletin efendisi’ anlayışı bir tarım toplumu hedefinden çok ürettiğimiz bize yetsin, ele güne muhtaç olmayalım anlayışının sonucu olarak ortaya atılmıştı. Ama bütün Cumhuriyet tarihi boyunca bu ‘efendi’ aynı zamanda oy deposu olarak da görüldü; çünkü Türkiye nüfusunun yarısından fazlası kırsal kesimdeydi hep.
“Türkiye köylüsü çiftçi olamadı”
Türkiye tarımı, bir türlü çözülmeyen feodal yapının, faydacı ve yağmacı bir anlayışın ve uluslararası sömürü mekanizmasının ortak kurbanı olarak, köylüyü bırakın milletin efendisi yapmayı, doğru dürüst ‘çiftçi’ bile yapamadı. Bu gerçeği bugün tarımın başında olan Bakan Mehdi Eker itiraf ediyor. Türkiye başından beri -sanılanın aksine- ‘kendi kendine yeten’ bir toplum değildi. İkincisi ise yine başından beri biz köylüyü çiftçi yapmayı beceremedik. Köylü, iki nedenle çiftçiye dönüşemedi: Türkiye’nin batısında miras hukukunun süreç içinde daha da parçaladığı verimsiz aile işletmeleri ve yanlış desteklerle yağmalanan tarımsal potansiyel, birinci nedendi. Doğuda ise, zayıf ve devlet nimetleriyle burjuvalaşmaya çalışan bir sınıfın kendisine asker ve sivil bürokratlarla birlikte ‘ittifak’ olarak seçtiği feodal unsurların ‘bitirilmeyen’ varlığı, köylüyü ne ‘özgür işçi’ ne de küçük de olsa ‘işletme sahibi çiftçi’ yaptı. Batıdaki “köylüler” şimdi umutlarını kaybetmiş gizli işsizler olarak kahvelerde pineklerken, doğudakiler ise, koruculuk sisteminin kurbanı durumunda.
Tarımda kapitalizmin gelişimi
Tarımda kapitalizmin gelişimi, kapitalizm tarihi boyunca, iki biçimde oldu. Bunlardan birincisi, feodal beylerin doğrudan topraklarına el konulması ve bu toprakların serflere dağıtılması ve böylece serflerin ‘özgürleşmesi’ süreci… Bu sürecin iki sonucu var; birincisi çok sayıda, birbiriyle rekabet eden, küçük tarım işletmesinin ortaya çıkması ve bunların büyük bir bölümünün elenerek ortadan kaybolması; ayakta kalan az sayıda işletmenin ise büyük kapitalist tarım işletmelerine dönüşmesi. İkinci sonuç ise, elenen tarım işletmelerindeki ailelerin ve ‘özgürleşen’ serflerin proleterleşmesi… Bu geçiş türü, Amerika-İngiltere ve Fransa’da görülen ‘Amerikan’ türü geçiştir. Tarımın kapitalize olmasının ikinci büyük yolu ise, ‘Prusya yolu’dur. Prusya’da, büyük toprak sahipleri –junkerler- süreç içerisinde, kapitalist çiftçiler haline gelmişler. Prusya tipi geçişte, köylüler hem serf hem de tarım işçisi olarak yıllarca sürecek bir köleliğin boyunduruğuna mahkûm oldular. Tabii zamanla bu işletmelerin kapitalist yanı ağır bastı ve feodal sömürü koşulları ortadan kalktı. Prusya tipi geçiş, Çarlık Rusyası, İtalya, İspanya, Japonya ve Latin Amerika’da görüldü. Her iki yolda da karşımıza, kapitalist sömürü ile birlikte optimal tarım işletmesi gerçeği çıkar. Türkiye’ye bu iki tarihsel geçişten hiçbirisi uğramadı.
Kürt sorunu ve tarım ilişkisi
Batıdaki parçalı toprak yapısı ve doğudaki feodal yapı şimdiye değin, yanlış destek politikalarıyla korunmuş ve daha da çarpıklaştırıldı. Bugün GAP bölgesinde, hiç toprağı olmayan ailelerin oranı yüzde 59… Toprak sahibi olanların yüzde 67’sinin toprağı ise 50 dönümden daha küçük… 100-200 dönüm toprağa sahip ailelerin oranı yüzde 3,1 iken 200 dönüm ve üzeri toprak sahibi ailelerin oranı ise yüzde 2,5. Bu oranlar, Kürt sorununun kaynaklarından biri olarak da okunmalı. Türkiye’de 85 yılda niye gerçek anlamda bir toprak reformu yapılmadığını şimdi daha iyi anlıyoruz; çünkü tarımda kapitalist ilişkiler yeni bir sömürü mekanizmasını geliştirir ama aynı zamanda burjuva demokrasinin de temelini atar. Şimdiye değin iktidarda olan oligarşik yapı, özellikle doğuda, kapitalist yapılanmayı ve demokrasiyi önleyerek iktidarını sürdürdü. Tarımın işçileşmesi ve çiftçileşmesi önlendi. Bu aynı zamanda demokrasinin de önlenmesi anlamına geliyor. Şimdi Türkiye, birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da bir eşikte… Tarım Bakanlığı’nın geçen yıl devreye sokmaya çalıştığı ama bir türlü tam anlamıyla uygulama imkanı bulamayan, ‘tarım havzaları üretim ve destekleme modeli’ eğer batıda arazi toplulaştırmasını destekleyen kanunlarla, doğu da ise köklü bir toprak mülkiyeti değişikliği ve optimal ölçekli tarım işletmeleri yaratma çabası ile birlikte ele alınırsa, Türkiye bir devrimin eşiğinde demektir. Havzalara göre desteklenen 16 üründe yaratılacak değer farkı Türkiye’nin bugünkü tarımsal destek miktarına eşit. Yani 5 milyar TL’nin üzerinde…
Ama tabii bu eğer ki, tarihsel anlamda bir burjuva demokratik dönüşümle tamamlanmazsa bir şey ifade etmez. M. Ramazan Aktolga’nın dediği gibi: ” Feodal toplum ve kapitalist toplum iki ayrı sistemdir-toplum biçimidir- İki ayrı üretim ilişkisidir bunları karakterize eden. Ve dikkat ediniz, feodal toplumdan kapitalist topluma, feodal toplumun içinde feodallerin karşıtı bir sınıf olarak varolan serflerin feodalleri altetmesiyle geçilmiyor! Feodallerle serfler-köylüler-arasındaki sınıf mücadeleleri, en fazla, sistemin kendi içindeki „köylü savaşlarına“ neden oluyor. Evet bunlar da önemlidir. Feodal kabuğun çatlamasında bunlar da önemlidir, ama tarihte köylü ayaklanmalarıyla kapitalizme geçildiği de hiç görülmemiştir! Çünkü kapitalizm, feodallerin karşıtı bir sınıf olan köylülerin feodal sömürüden kurtulmak için feodalleri zorla altederek iktidara egemen oldukları bir toplum değildir!. Ayrı bir üretim biçimi-ilişkisidir onu karakterize eden, ki o da eski-feodal-toplumun içinde onun diyalektik inkârı olarak gelişir. Yeni toplumu inşa edecek olan sınıflar da bu sürecin ürünü olacaklardır.”
Evet aynen böyle Türkiye bunu kendi doğusunda tam anlamıyla gerçekleştiremedi ama şimdi bu olmak zorunda ama… yalnız Türkiye’de değil… Bütün Ortadoğu’da ve Asyada…
Kaynak – http://www.cemilertem.com/ – 9 Şubat 2011