Tarımda krizden çıkış için önce neoliberal bakış açısını terk etmek gerekiyor. Oysa muhaliflerce söylenenler daha çok destek ve tarım ürünleri ithalatını kısıtlamaktan pek öte geçemiyor. Fiyatlara dokunmayan neoliberal destek sistemi çok sorgulanmıyor. Endüstriyel tarım sistemi de sorgulanmayanlar arasında.
Zaman içinde biraz daha geriye çekilerek durumu ortaya koymaya çalışalım. Çiftçiler küreselleşme denilen ve 1980’lerden bu yana devam eden süreç içinde, bir yandan düşen veya yetersiz düzeyde artan ellerine geçen ürün fiyatları, diğer yandan da kimyasal gübre, yem, mazot vb. girdilerdeki çok hızlı artan fiyatlardan oluşan makas arasında eziliyor. Çiftçiler tarımsal üretimde bir gelecek göremiyorlar. Bu ikili fiyat makası arasında ezilme durumu aslında diğer ülkelerde de görülüyor. Ama bizdeki durum çok daha kötü. Bunda kötü ekonomi yönetimi nedeniyle son aylardaki Türk Lirasının çöküşü de rol oynuyor. Ama ekonomiyi daha iyi yönetsek ve Türk Lirasının değeri artık kötüleşmese bile kimyasal gübre ve sentetik tarım ilaçlarına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım sistemi içinde kalarak bu fiyat makası içinde ezilmeyi tersine döndürmek olanaklı değil. Kısacası tarımsal üretim Türkiye’de dünyaya göre çok daha ağır yaşanan bir ekonomik kriz içinde. Bu kadarla da kalmıyor. Gene evrensel olarak karşılaştığımız ikinci bir kriz daha var: İklim krizi. Kuraklık artışı, seller, bazen aşırı soğuklar, dolu ve fırtınalar tarımı tehdit ediyor.
1980’lerden bu yana Türkiye Zirai donatım Kurumu, SEK, Et-Balık Kurumu, Şeker Fabrikaları A.Ş., Tekel gibi bir çok kuruluşun özelleştirilmesi veya işlevsizleştirilmesi, küçültülmesi ile girdi fiyatları ve ürün fiyatları çiftçiler için bir kabus oldu. Bu kuruluşları ele geçiren az sayıda yabancı veya yerli şirket fiyatlarla istediği gibi oynayabiliyor. Dahası bu endüstriyel tarım sisteminde ne üretirseniz üretin, ya bunun için gereken girdiler veya bunları üretmek için hammaddeler ithal ediliyor. Küreselleşme süreci içinde çıkarılan kanunlar, alınan kararlar hep şirketlerin çıkarına yönelik oldu.
Bu ikili krize karşı köklü çözüm yolları önerenler çok fazla değil. Köklü çözüm agroekoloji ve gıda egemenliğidir. Agroekoloji organik tarıma indirgenemez. Agroekoloji bir bilim, bir uygulama ve bir harekettir.1 Agroekoloji kısaca tarım kimyasalları olmadan, çevre bilimini kullanarak tarım yapmak demektir. Şüphesiz bütün çiftçilerin birkaç yılda bu sisteme geçmesi mümkün olamayacaktır. Ancak yıllarca ertelenecek bir olay da değildir. Örneğin bazı çiftçilerimiz kırmızı örümceklere karşı arap sabunu ile çok daha ucuz, zararsız ve sentetik tarım ilaçlarından daha etkili başarılı sonuçlar alabiliyorlar. Şimdiden birçok zeytin ve kiraz üreticisi toprağı hiç sürmeden çok daha iyi sonuçlar alabiliyor. Amerika Birleşik devletlerinde bazı eyaletlerde toprağı hiç sürmeden anıza ekim yapılan alanların oranı %40’lara yaklaştı. Pulluksuz tarım veya azaltılmış toprak işleme denilen bu sistemde özel mibzerlerle tohum veya fide ekimi gerekiyor. Ülkemizde bile bu özel mibzerler üretilmeye başlandı. Böylece mazot kullanımı oldukça düşebiliyor.
Halen yürütülen tarım politikalarını eleştiren muhalefet sözcüleri tarım kanununda öngörülen tarımsal desteklerin yapılmamasından yakınmaktadırlar. 2006’da yayınlanan Tarım Kanunu madde 21’de şöyle yazmaktadır:
“Tarımsal destekleme programlarının finansmanı, bütçe kaynaklarından ve dış kaynaklardan sağlanır. Bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamaz.”
Oysa kanunun çıktığından bu yana bu oranın üçte biri dolayında kaynak ayrılmaktadır. Bu çok azdır. Bunda bir sorun yok. Ancak alternatif tarım politikaları önerenlerin çoğunluğu bu oranın arttırılacağından söz etmekte, fakat desteklerin nasıl verildiği ile pek ilgilenmemektedirler.
2006 yılında yayınlanan Tarım Kanunu neoliberal bir anlayışla hazırlanmıştır. Kanun tarım politikasının ilkeleri başlığı altında “piyasa mekanizmalarını bozmayacak destekleme araçlarının kullanımı” ve “özel sektörün rolünün artırılmasını” esas aldığını belirtmektedir. Tarımsal desteklemenin ilkeleri başlığı altında ise “üreticilerin piyasa koşullarında faaliyetlerini yürütmesi” öngörülmüştür. Bu kanunu yapanlar aslında rekabetçi ve düzgün işleyen, ne çiftçilerin ne de şirketlerin hegemonya kurmadığı hayali bir dünyanın varlığını peşinen kabul etmişlerdir. Bu nedenle desteklemeler çiftçinin alım fiyatı ve girdilere ödediği fiyat üzerinde bir etki yaratmayacak şekilde uygulanmaktadır. Şüphesiz pratikte serbest piyasa denilen bir gerçek yoktur. Güçlü şirketler hem çiftçilere hem de tüketicilere karşı fiyatları dayatabilmektedirler. Bu nedenle tarımsal destekler çiftçilerin girdi fiyatlarını ve ürün fiyatlarını etkilemeyecek şekilde kg, litre veya dekara ödenen primler şeklinde uygulanmaktadır. Bu destekleme politikası girdi ve ürün fiyatları üzerinde etkisizdir ve öyle olması istenmektedir. Prim düzeyleri arttırılsa bile şirketler karşısında çiftçiler hep kaybetmektedirler. Dahası bu destekler büyük ölçüde dolaylı olarak şirketlerin kasasına gitmektedir. Örneğin primler arttırıldığında çiftçi eline geçen fiyatlar arttırılmamakta, hatta düşürülmektedir.
Tarımda girdi fiyatlarının çılgınca artışı ve ürün fiyatlarındaki yetersiz artışlar agroekolojiye geçiş için büyük bir fırsat yaratmaktadır. Son aylarda ağırlaşarak karşılaştığımız bu olumsuz gidiş iyi bir değişime yol açabilirdi, ancak toplum olarak buna hazır olmadığımız görülüyor. Bu nedenle şimdilik yerel kuruluşlar, çiftçiler ve mümkünse bazı belediyeler agrokeolojik tarımı yaygınlaştırma çalışmalarına devam etmelidirler. Tarım ve Orman Bakanlığı bu değişime öncülük etseydi iyi olurdu, ama bu şimdilik mümkün değil.
Muhalif tarım politikaları önerenler bir yandan agroekolojik tarım için programlar hazırlamalı, çiftçi eline geçen fiyatları arttırıcı, girdilerin fiyatlarını düşürücü politikalar geliştirmelidirler. Bu sözcülerin “tarımsal destekleri üç dört katı arttıracağız, mazotu ucuzlatacağız” gibi önerilerinin çiftçilerde bir heyecan yaratmadığı yıllardır görülüyor. Bir kere değişik nedenlerle çiftçilerin önemli bir kısmı bu destekleri almamakta veya alamamaktadır. Çiftçiler bu destek politikasının girdi ve ürün fiyatları üzerinde bir etkisi olmadığını görmektedirler. Var olan biçimiyle destekler hızla arttırılsa bile bunun çiftçi gelirleri üzerinde etkileri sınırlı kalacaktır. Örneğin sadece önerilen bir fiyat olan çiğ süt fiyatları artışı da benzer sonuçları yaratmaktadır. Çiğ süt fiyatları birkaç lira artarken yem fiyatları çok daha hızla yükselmekte, süt ve süt ürünleri fiyatları ise çiğ süte verilen fiyatın birçok katı kadar artmaktadır. Bazı ürünlerde kamu bir fiyat açıklamaktadır ancak bunlar çiftçilere bir yarar sağlamayacak düzeydedir. Uygulama şeklini değiştirmeden destek miktarını arttırmak çok yararlı olmayacaktır.
Bütün bu değerlendirmelere rağmen mazot, gübre vb. girdilerin desteklenmesinin önerilmesini sadece bir taktik olarak doğru kabul edebiliriz. Ancak birincisi, aynı süreçte agroekolojik tarım ve fiyatlar düzeyini etkileyecek politikalara ertelemeden yer verilmelidir. İkinci olarak endüstriyel girdilere verilen destek birkaç yıl sonra kesilerek bir geçiş içinde önce biyogübreler ve biyopesitisitler ve giderek bunlara bile ihtiyaç duyulmayacak agroekolojik uygulamalar desteklenmelidir.
Çifte krizden çıkış için tarım sistemi olarak agroekolojiyi yeni bir paradigma olarak kabul etmek gerekiyor. Ancak bu kavram politik bir kavram olan gıda egemenliği ile tamamlanmazsa her şey çok eksik kalır.
Gıda egemenliği halkın ve toplulukların ekolojik ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen; sağlıklı, kültürel olarak uygun gıdalara sahip olma ve kendi gıda, tarım sistemlerini ve tarım politikalarını belirleyebilme hakkına sahip olmalarıdır. Uluslararası tarım anlaşmaları ülkelerin çiftçileri, tüketicileri ve çevre için yararlı olacak tarım politikalarını belirleme hakkını ellerinden almıştır. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin tarım ürünlerinde gümrük vergilerini düşürmelerini dayatmışlar ve sübvanse ettikleri tarım ürünlerini onlara ihraç ederek üretimlerini baltalamışlardır. Gıda egemenliği sadece ülkelerin değil yerel toplulukların da kendileri için iyi olan tarım politikalarını belirleme hakkını kabul etmektedir. Tarım kanununda da belirtildiği gibi Türkiye, çiftçilerin eline geçen fiyatı etkileyen bir tarım politikasını belirleme hakkını dışlamıştır. Gıda egemenliği ve agroekoloji birbirlerini tamamlayan yaklaşımlardır. “Gıda egemenliği olmaksızın agrekoloji sadece bir teknolojidir, agroekoloji olmaksızın gıda egemenliği ise sadece bir slogandır.”2 Gıda egemenliği terimi ülkemizde tamamen yanlış yönlerde kullanılmaya başlandı. Kimileri bunu çok uluslu şirketlerin hegemonyası olarak kullanırken, kimileri de dar milliyetçi çıkarlar anlamında kullanmaktadır. Gıda egemenliği evrenselliği, bütün dünya çiftçilerinin ve tüketicilerinin ortak çıkarlarını savunan bir kavramdır. Uluslararası çiftçi, köylü örgütü La Via Campesina hem agroekoloji hem de gıda egemenliği yaklaşımlarını uluslararası platformlarda savunmakta ve üye örgütleri aracılığı ile hayata geçirmek üzere çalışmalar ve eylemler yapmaktadır.
Çiftçilerin eline geçen fiyatların düşük olması ve bu sürecin kötüleşerek sürmesi, buna karşılık tüketicilerin giderek daha yüksek fiyatlar ödemesi çözülmesi gereken önemli bir sorundur. Çiftçileri ezen ikili fiyat makasının üst kanadının yukarı doğru çekilmesi gerekiyor. Ürün fiyatlarının desteklenmesi için TMO gibi kuruluşların yanında kooperatiflerden de yararlanılabilir. Tarım ürünleri ithalatında uygulanan gümrük vergilerinin düşürülerek ithalat yapılması çıkar bir yol değildir. Bu şekilde başka ülkelerin şirketleri –çiftçileri değil, onlar da sömürülüyor- desteklenmektedir. Çiftçiler ürün fiyatlarının desteklenmesini beklemektedirler ve uygulanan prime dayanan politikalardan memnun değildir. “Destekleri arttıracağız” söylemi bu nedenle heyecan yaratmıyor. Var olan kamu tarım kuruluşları ve kooperatifleri girdi ve ürün fiyatlarını etkileyecek politikalar üretmelidir. Diğer yandan dayanışmacı ve çiftçiden tüketiciye en kısa pazarlama kanallarının geliştirilmesi gerekiyor.
Günümüzde kırsal alanda endüstriyel tarım sistemi içinde üretilmiş ürünlerin büyük ölçüde zincir mağazalarda satıldığı bir sistemle karşı karşıyayız. Tüketici aldığı ürünün nasıl üretildiği bilgisine sahip değildir. Zincir mağazalar ürünün kalitesi, sağlığı, toprağı, çevreyi kirletip kirletmediği, çiftçinin refahı, kent içinde yarattığı trafik, kentteki hava kirliliğine yaptığı katkı gibi konularla pek ilgili değildir. Zincir marketler, gıda şirketleri için bu ürünlerin en ucuza alınması ve satıldığında en yüksek kâr getirmesi tek ilkedir. Var olan gıda üretim ve dağıtım sisteminin akılcı bir kent tasarımı ile ilişkili olmadığı açıktır. Örneğin İstanbul’a en yakın kırsal alan olan Silivri, İstanbul’un ihtiyaçları için taze sebze, meyve, süt, yumurta üretimi ile ilgili bir yöneliş içinde değildir. Bu ilçede daha çok buğday, ayçiçeği gibi ürünler yoğun kimyasallarla üretilmektedir. Marketlere elma, üzüm yakından değil, büyük miktarlarda yakıt harcanarak Şili’den getirilebilmektedir. Daha çok fosil yakıt kullanılmakta, tüketiciler zincir marketlere ulaşım için daha çok yol kat etmekte ve zaman harcanmaktadırlar. Gıda üretimi ve dağıtımı akılcı olacaksa tüketiciler ile üreticilerin karşılıklı dayanışma içinde bir araya gelmeleri gerekir. Bu ise en kısa mesafeden ürünlerin geldiği, çevreyi bozmayan, hem çiftçi hem de tüketicilerin çıkarlarını en çoklayan bir gıda üretim ve dağıtım sistemini gerektirmektedir. Bu sistemlerden biri de Topluluk Destekli Tarım (TDT) sistemidir.
Merkezi devlet kadar belediyeler de agroekolojik bir tarım sisteminin hâkim olması için çaba göstermelidir. Endüstriyel tarım, iyi tarım çözüm değildir. Organik tarımın sınırları içine sıkışmak da çıkar yol değildir. Aslında çözümü çiftçilerin ürünlerini doğrudan tüketiciye ulaştıran tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları, ekolojik köylü pazarlarının eş zamanlı olarak geliştirilmesi ile birlikte düşünmek lazımdır. Aracılara veya ihracata yönelik bir organik tarım çözüm olmayacaktır. Bu alternatif kanallardaki güven sorunu katılımcı onay (sertifikasyon) sistemi ile sağlanabilir.
Tarım ve Orman Bakanlığı olduğu kadar belediyeler de öncelikle agroekolojik tarım sistemini çiftçiye tanıtmak için çaba göstermelidir. Bu çalışmalarda çiftçiden çiftçiye yayım yaklaşımının kullanılması daha etkili olmaktadır. Latin Amerika’da campesina a campesina olarak bilinen bu yaklaşım bu alanda başarılı olmuş çiftçilerle diğer çiftçileri buluşturmak olarak kısaca açıklanabilir. Konuyla ilgili kitap, broşür, web sayfası, video vb. birçok doküman belediyeler tarafından hazırlanabilir veya bu konudaki çalışmalar desteklenebilir. Köylerde agroekolojik teknikler konusunda yapılacak demonstrasyonlar, tarla günleri vb. çok etkili olabilecektir.
Belediyeler kendi ihtiyacı ve marketlerinde satmak için aldığı ürünlerin önemli bir kısmını analiz ederek, daha çok kooperatif veya gıda grupları üyesi çiftçilerden alabilir. Zehirli olup olmadığına bakmaksızın bütün üretimi desteklemek doğru değildir. Ürünlerin önemli bir kısmında sıfır tarım ilacı şart koşulabilir. Belediyenin, aldığı ve kullandığı veya pazarladığı hiçbir ürünün maksimum kalıntı limitinin üzerinde olmayacağını garanti etmesi yararlı olacaktır. Belediyeler agrekolojik üretim yapan üreticilerden belli bir anlaşma ile özellikle taze sebze ve meyve alabilir ve ürünlerin yoksullara yardım amacıyla kullanılmasını sağlayabilir. Böyle bir politika özellikle ekolojik üretim yapan çiftçilerin bütün üretimlerini makul bir fiyattan satabilmelerini sağlayarak agrekolojik üretimin hızlı gelişmesine katkı sağlayabilir.
Tarım Orman İl ve İlçe Müdürlükleri tarım ilaçları konusunda denetim yapma yetkisine sahiptir. Ancak bu denetimler yetersiz düzeyde yapılmaktadır. Belediyelerin bu yetkisi yoktur. Belediyeler bu konuyu Tarım ve Orman Bakanlığı ile görüşmelidir. Belediyeler tarım ilaçları ve diğer toksik maddeler konusunda analiz yapacak laboratuvarları geliştirmesi yararlı olacaktır. Bu güne kadar belediyelerin bu alanda bir çalışmasına rastlamadık.
Alternatif tarım politikaları sadece “biz daha yüksek düzeyde tarımsal destek yapacağız” diyerek savunulamaz. Var olan destekleme sistemi neoliberal anlayışa hapis olmuştur. Sistemde değişiklik yapmadan destek miktarının arttırılması yararlı olmayacaktır, inandırıcı da olmadığı bu güne kadar görülmüştür.
1 Tayfun Özkaya, Mesut Yüce Yıldız, Fatih Özden ve Umut Kocagöz (editörler), 2021, Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün, Metis Yayınevi, İstanbul.
Peter M. Rosset ve Miguel A. Altieri, 2022, Agroekoloji,: Bilim ve Politika, Çev: Fatih Özden, Nota Bene Yayınevi, İstanbul.
2 I.B. Diaz,ve ark. 2012. Agroecology does feed the world: Learnings from La Via Campesina’s First Global Encounter on Agroecology and Peasant Seeds, https://sites.google.com/site/youthlvcna/agroecology/Agroecology-Schools