Yaşadığımız seçim sürecinde en fazla ilgi çeken sloganlardan birisi “Patates, Soğan, Güle Güle Erdoğan!” sloganı. Yıllardır uygulanan neoliberal tarım ve gıda politikalarının sonucu öyle bir hale gelindi ki halkımızın geleneksel yemeklerinin girdilerinden olan patates ve soğana halkın satın alması neredeyse olanaksızlaştı. Et ise halkın sofrasından tamamen uzaklaştı. B.M. tarafından kabul edilen halkın kendi kültürel geleneklerine uygun, “yeterli gıdaya ulaşmak ve açlıktan muaf olmak temel hakkı”(*) ortadan kalktı. Son tüketicinin erişemez olduğu gıda fiyatlarındaki bu aşırı artışa karşılık üreticilerin eline geçen para girdi maliyetlerini bile kurtaramaz halde kaldı. Bu nedenle üreticiler yeni borçlanmalar yaşamamak için tarımsal üretim yapmamayı yeğler hale geldiler. Gerek “Bütünşehir/Büyükşehir yasası”yla köylerin ellerinden alınan otlak ve meraların özelleştirilmesi, gerekse de konulan bazı yasaklar hayvan yetiştiren çiftçilerin otlak ve meralara erişimini engelledi. Hayvan yetiştiricileri yem vb. girdide şirketlere bağımlı ve maliyeti yüksek bir üretim şekli haline geldi .Otlaklara erişimi engellenen çiftçiler hayvanlarını besleyemediğinden dolayı kesime gönderdiler, hayvan yetiştirmeyi bıraktılar. Hayvansal üretim ile bitkisel üretimin birbirini beslemesi ve birlikteliği de ortadan kalktı. Birçok kesim bu durumu “Tarım Sektörünün Krizi” olarak görerek yanlış çözüm önerileri sunmakta. Çünkü yaşanan kriz “Sektörün Krizi” değil, küçük aile tarımı yapan çiftçilerin tasfiyesinin yol açtığı sosyal ve ekonomik krizdir. Bu krizin kazananları market zincirleri, ithalat ve ihracatçılar, hazır gıda şirketleri, örtü altı tarımı yapan şirketler vb.dir. Mağdurları ise küçük çiftçiler ve yeterli geliri olmayan işçiler, memurlar, küçük esnaf vb.dir.
Peki bu duruma nasıl gelindi:
2. Dünya savaşı sonrası tarımsal üretim kapitalizmin yeni sermaye birikim araçlarından birisi oldu. Bir yandan tarımsal üretimde “verimlilikte artış” sloganıyla tohumun üretimi ve satışı şirketlerin kontrolüne geçerken, diğer yandan bitkisel üretimle hayvansal üretimin bağı birbirinden koparıldı. Hayvansal gübreler kullanma yerine kimyasal gübre ve ilaçların(!) (zehirlerin) kullanılması teşvik edildi. Kimyasal zehir fabrikaları ve kullanımı yaygınlaştırıldı. Geleneksel tarım aletlerinin kullanımı azaldı, yoğun enerji tüketen makineler tarımsal üretimde hakim hale getirildi.
Üretilen gıda ürünleri sözde tüketicilerin işini kolaylaştırmak amacıyla fabrikalarda işlenmeye, paketlenmeye başladı. Böylelikle hazır gıda gibi sermaye için yeni birikim araçları doğdu. Sonuçta gıda hızla metalaştırıldı, tarımsal üretim süreci ve gıdanın sunumu ve tüketilmesi hızla bir sektör haline dönüştürüldü. Sermayedarıyla, fabrikalarıyla, tarımsal girdileri ve çıktıları pazarlayan ara elemanlarıyla, laboratuvarlarıyla, gıda ve ziraat mühendisleriyle, tarım işçileriyle, sözleşmeli üretim yaparak yaşamını sürdürmeye çalışan çiftçileriyle bir bütün olarak ifade edilen bir sektör… Tarımsal üretimin ve gıdanın bir sektör, bir endüstri olarak görüldüğü bu gıda sistemine “Endüstriyel Gıda Sistemi” denilmektedir. Bu gıda sisteminin iki önemli sınıfı vardır; birisi şirketler (patronlar) ve onların temsilcileri, diğeri çiftçiler/köylüler. Çiftçiler/köylüler tıpkı sanayi sektöründeki işçiler gibi sektörün ezilen, sömürülen tarafını temsil etmektedirler.
Artık çiftçiler/köylüler büyük ölçüde tıpkı sanayi sektöründeki işçi sınıfı gibi emeği ve bilgisi değersizleştirilen, emek ve bilgisinin sermayenin kârı için sömürüldüğü bir sınıf haline dönüştürülmüştür. Neoliberal tarım politikaları ve 3. Gıda rejimi süreci çiftçileri/köylüleri daha da yoksullaştırmış, sınıfsal konumunu işçi sınıfına dahada yaklaştırmıştır. Yeni sermaye birikim sürecinin parçası olan enerji ve maden politikaları da çiftçileri/köylüleri yaşam alanlarından kopartmış, tarlalarını, su kaynaklarını vb. ellerinden almıştır. Çiftçiler/köylüler tarımsal üretim yapamaz, yapanlar da geçimini sağlayacak bir gelir elde edemez hale gelmişlerdir. Şirketler hızla tarımsal üretimi, gıdanın arzını, piyasasını kontrol eder hale gelmişlerdir. Neoliberal politikalar şirketlerin lehine işlerken çiftçiler/köylüler ve işçiler açısından yarattığı sonuçlar oldukça olumsuz olmuş, yoksulların gıdaya erişimi zorlaşmıştır.
Sonuç Olarak:
Yaşadığımız süreçte şu sorular akla geliyor; tarımsal üretimi ve gıdayı metalaştıran, konumunu “Tarım Sektörü ” diye ifade eden şirketler gerçekten ekonomik krizde mi? Yoksa ekonomik krizi yaşayanlar çiftçiler/köylüler ve gıdaya erişmekte zorluk çeken yoksul, dar gelirli tüketiciler mi? “Krizden çıkış” olarak önerilen politikalar Kimin? Nasıl? Hangi Tohumla? ürettiğine bakılmadan, verimlilik artışı vb. bahanelerle şirketlerin kontrolündeki tarım ve gıda sistemini mi güçlendirecek; yoksa küçük aile tarımı yapan çiftçilerin/köylülerin üretimlerine devam etmelerine mi yarayacak? Şirketler para kazansın diye tarımsal üretimi ihracat için mi planlayacağız, yoksa halkımızın “yeterli gıdaya ulaşmak ve açlıktan muaf olmak temel hakkı” nı kullanmasını sağlamak için mi planlayacağız? Bu sorulara ve benzeri birçok soruya verilecek doğru cevaplar sorunun çözümünü netleştirecektir. 10-Mayıs-2023