Doğru. 6 milyar frankın üzerinde de borcum var.
Sürekli hakaret ettiğiniz spekülatörlere, bankacılara ve politikacılara tazminat ödemeye mahkûm ediliyorsunuz.
Zürih’in bankalar semtinin bütün soyguncuları! İş avukatı Hans W. Kopp’u akbaba olarak nitelemiştim, bana 320 bin franka mal oldu. Akbaba sözünü geri almıştım ama Zürih Yüksek Mahkemesi Kopp’u, yatırımcıları bilerek yanıltmaktan cezalandırdığından, artık ona “dolandırıcı” diyebilirim.
Diğerleriyle karşılaştırılınca daha ucuz! Mali’nin 23 yıllık başkanı Moussa Traoré, 180 bin frank kazandı. Çünkü ülkesinde insanlar açlıktan ölürken, devlet kasasından İsviçre’deki kendi kasasına 2 milyar dolar aktardığını yazmıştım. Hırsız demiştim ona.
Büyük şerefsizlikler karşısında insan çenesini tutmamalı. Davaların çoğunu kaybetmem haksız olduğum anlamına gelmiyor. Traoré, daha sonra Mali’de devletin parasını zimmete geçirmekten ölüm cezasına çarptırıldı.
AYRICALIKLARI EZİLENLERİN ADINA KULLANMALIYIZ
76 yaşındasınız. Her yıl bir kitap yazıyorsunuz, konuşmalar yapıyorsunuz, BM temsilcisi olarak dünyayı dolaşıyorsunuz. Emekli olmuyor musunuz?
Bir entelektüel asla emekli olmaz. Benim gibi ayrıcalıkları olan biri bu durumu yararlı hale getirmeli: Beyaz ırktan, asistanı olan bir üniversite profesörü, İsviçreli biri olarak seçilmişlerin seçilmişi, hiç savaş görmemiş, asla Nikaragua ya da El Salvador’dakiler gibi mayına basmamış, BM Temsilciliği, milletvekilliği… İsviçre Parlamentosu tam bir ahlaksızlar komitesi ama kullanılması gereken bir sahne işte! Ayrıcalıklarım elime tutuşturulmuş bir silah aslında! Bütün bunları, ezilenlerin adına kullanmak zorundayım.
Sizi hareketlendiren şey ne?
Öfke. Gereksiz acıları ve mantıksızlığı algılama. Düzenli olarak Brezilya’da São Luís’e gidiyorum. Orada devlet tarafından işletilen, sokak çocuklarının günde bir öğün yemek yiyebildikleri bir ev var. Yemeklerini dışarı çıkıp kardeşleriyle bölüşmesinler diye çocukları odaya hapsediyorlar. Çocuklara, hayatta kalabilmeleri uğruna, insanlık unutturuluyor. Bunu görüyorsam, bir şeyler yapmak zorundayım. Suçlunun adını koymak zorundayım.
Kim suçlu?
Size bir örnek vereyim. 12 Ekim 2008’de ekonomik krizin tavan yaptığı dönemde, avro bölgesi devlet başkanları Paris’te bir araya geldi ve bankalarının stabilizasyonu için 1 trilyon 700 milyar avro kredi açılmasını kararlaştırdı. 1 trilyon 700 milyar! Aynı patronlar daha yıl bitmeden BM’nin Dünya Gıda Programı’nın 6 milyarlık bütçesini yarıya indirdi. Bu, Bangladeş veya Honduras’ta artık öğrencilerin öğle yemeği yiyememesi demek.
ÇOCUKLAR ÖLMÜYOR, ÖLDÜRÜLÜYOR
Politikacıların suçlu olduğuna mı inanıyorsunuz?
Bunlar, borsada her şey çökünceye kadar vurgunculuk yapan eşkıyaların uşağı. Açlıktan ölenler, parlamentonun önündeki çimenlikte ölmüyorlar ki, görülsünler. Her 5 saniyede bir, şimdi biz konuşurken de, bu dünyada bir çocuk açlıktan ölüyor. Bu rakam BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Dünya Gıda Raporu’nda duruyor. Her 4 saniyede bir insan, görme yetisini kaybediyor, çünkü yeterince A vitamini alamıyor. Her 6 insandan biri sürekli ciddi bir biçimde yetersiz besleniyor.
Bu rakamları sürekli tekrarlıyorsunuz…
Bu rakamlar silah, hem de iyi silah. Çünkü Dünya Bankası’nın adamları bile bunları sorgulayamıyor. Aynı Dünya Gıda Raporu bize, şimdiki tarımımızla 12 milyar insanı normal besleyebileceğimizi söylüyor. Hiçbir objektif eksiklik yok. Bu gün açlıktan ölen bir çocuk, öldürülmektedir. Bu çocuğun katilleri de Faşist Hitler rejiminin yargılandığı Nürnberg Mahkemesi’nde yargılanmalıdır.
Kim çok bağırıyorsa, zamanla inandırıcılığını yitirir.
Üniversitedeki meslektaşlarım da bazen beni suçluyor: Akademik yazmıyormuşum, incelikli değilmişim. Akademisyenlerin getto düşüncesi. Önemli olan etkili olmak
Kapitalizm hakkında bir yığın küfür kavramınız var: Katil kapitalizm, gazino kapitalizmi, vahşi kapitalizm. Aktüel favoriniz ne?
Her ne kadar yırtıcı hayvanlara hakaret olsa da, yırtıcı hayvan kapitalizmi
Kapitalizm sayesinde bir araba sahibi olabilen Çinliler veya Hintliler hakkında neler söylersiniz?
Şimdi de ABD elçisi gibi konuşuyorsunuz. Gerçeklik şöyle, bu ülkelerde zenginliği oligarşi kendi arasında bölüşüyor. Çin, bir polis diktatörlüğü, Hindistan’da ise hâlâ insanların yarısı ciddi bir biçimde yetersiz besleniyor.
NEOLİBERAL ÇILGINLIK KOLEKTİF BİLİNCİ ÖLDÜRDÜ
Niye bu böyle sizce?
Beş yüzyıldır gezegenimize sürekli farklı sömürü sistemleriyle beyaz azınlık hükmediyor. Önce Marx’ın “sermayenin ilkel birikimi” dediği Güney Amerika’daki soykırım ve yağmacılık. Sonra üçgen trafiği: Köleler Afrika’dan Amerika’ya, şeker Avrupa’ya. Sonra 150 yıl süren sömürgeci katliam. Bugün ise, bu sistemlerin hepsinden daha kötüsü: Global finans kapitalin dünya diktatörlüğü. Zincirlerinden boşanmış açgözlülük. Dünya Bankası’na göre, geçen yıl dünyanın en büyük 500 şirketi, dünya üretiminin yüzde 53,8’ini kontrol altında tutuyordu. Bu öyle bir zenginlik ve güç ki; bu zamana kadar buna ne kral, ne papa, ne şansölye sahipti.
Bu sistemin neredeyse zafiyet geçirdiği bir dönemdeyken bile, hemen hiç kimse tarafından esaslı olarak eleştirilmemesini nasıl açıklıyorsunuz?
Bence, bu neoliberal çılgınlık kolektif bilinci kalıcı olarak yerle bir etti. Çocukların açlıktan ölmesi gerçeği, bu bakış açısına göre, sanki doğanın kanunu gibi görülüyor.
Bu insanlardan nefret mi ediyorsunuz?
Hayır, bunlara karşı değilim. Jean-Paul Sartre demişti ki; “Bir insanı sevmek için, onu baskı altına alan şeyden çok güçlü bir biçimde nefret etmek lazım. Onu baskı altına alan kişiden değil.” Kişisel düşmanlıklarla ilgili değil, dünyanın yapısıyla ilgili bir şey bu.
9 yıl boyunca, BM’de gıdanın insan hakkı olduğu konusunda raportör olarak çalıştınız. BM İnsan Hakları Konseyi Danışma Kurulu üyesi olarak bulunuyorsunuz. Böyle bir iş nasıl ediniliyor?
Tesadüfen. Kofi Annan beni hatırladı. Cenevre’de küçük bir BM memuru iken aynı kadının peşinden koşmuştuk. İnsan Hakları olarak gıda konusunda özel raportörlük kadrosu oluşturduğunda tam da ben açlık konusunda bir kitap yazmıştım. Kofi beni önerdi ve bütün batılı ülkeler neredeyse oybirliği ile bana karşı çıktı. Ama seçildim, çünkü Güney ülkelerinden birçok büyükelçi tanıyordum, hatta bazıları benim yanımda okumuştu. Onların sesi olacağımı biliyorlardı.
YALANCI EGEMEN SINIFA KARŞIYIM
BM’de sizi dinliyorlar mı?
New York’ta beni Moğol ya da Somalili bir bakandan daha çok kendilerine eşit görüyorlar! Ben beyaz bir profesörüm. BM hâlâ ne kadar ırkçı, inanamazsınız.
Bir anlamda dünya topluluğunun etkisiz temsilcisisiniz?
Bir keresinde topraklarından edilmiş köylülerin yanına Guatemala’ya gitmiştim. Problemlerini dinlemeye başladım ve o anda onlara ihanet ettiğimi de anladım. Cenevre’ye döndüm, toprak reformu yapılması gerektiğine ilişkin bir rapor yazdım. Tabii ABD’nin isteğiyle hemen reddedildi ve sadece şu oldu: Guatemala’da tapu olmadığı için havadan ölçüm yapmaya oraya dört helikopter gitti.
Bu ihanetin taşıyıcısısınız…
Büyük bir olasılıkla… Bir biçimde BM’nin bu şizofrenisiyle baş etmek zorundayım: Önce özelleştirme programlarıyla Dünya Bankası köylülerin temel geçim kaynaklarını ellerinden alıyor, ardından da ben İnsan Hakları Konseyi temsilcisi olarak zarar kaydetmeye gidiyorum.
Bir zamanlar kendinizi işinin temelini sefillik oluşturan bir vampire benzetmiştiniz.
Üç yıl önce, raportör iken az kalsın bir kurşunun hedefi oluyordum. Zambia’da korkunç bir açlık vardı. Uluslararası gıda tekelleri genetiği değiştirilmiş besinlerini pazara sürmek için bu durumu kullanmaya kalktı. Hesap şuydu: Genetiğiyle oynanmış mısırı BM Gıda Yardımı’na bağışlayacaklar, BM de bunları köylülere ulaştıracak.
Sorun neresinde bunun?
Kıtlık nedeniyle bazı köylüler mısır koçanlarını gelecek yıl dikmek için sakladı. Böylelikle genetiği değiştirilmiş mısıra bağımlı hale geleceklerdi. Tohum tekelleri için bu oldukça kârlı olacaktı ama köylüler için tam bir iflas. Köylüler mısırlarını Avrupa’ya satıyor ama Avrupa genetiği değiştirilmiş gıda almıyor. Ne yapıyor Zambia devlet başkanı? “Zehirli besin!” diye gıda yardımı diye gelen çuvalları yaktırdı. ABD, benim derhal görevden alınmamı istedi. Basın kükredi: Bu köpek Ziegler’in dogmatizmi yüzünden insanlar ölüyor. Kötü bir zamandı. Ama dayandık ve bir uzlaşmaya vardık. BM mısırı dağıttı ama koçan olarak değil, ekilemeyecek un olarak dağıttı.
Bu tür örnekler umudunuzu artırıyor mu?
Bu sefer her şey yolunda gitse de, çok yönlü diplomasi bitti. Bu yüzyılın başında 147 devlet başkanı New York’ta dünyadaki en büyük trajedilerin envanterini çıkarmak için toplandı: Açlık, cehalet, kirli su, çocuk ölümü, HIV. Gelecek 15 yıl için yazılı planlar yapıldı. Ama ne oldu o zamandan bu yana? Hiçbir şey…
“BİZ OLMASAYDIK, İŞLERİ DAHA KOLAY OLURDU”
20 kitap yazdınız ama soğukkanlı bir bilânço çıkarıldığında o kadar da etkili olamadınız.
Hayatının sonunda Brecht’e soruldu: Bütün tiyatro eserleri, bütün yazılar, sürgün yılları… Bütün bunlar ne işe yaradı? Brecht biraz düşündü ve sonunda şunları söyledi: “Biz olmasaydık, işleri daha kolay olurdu.”
Güncel kitabınız ‘Batı Düşmanlığı’nda Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Bouteflika ile Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’nin bir karşılaşmasını tasvir ediyorsunuz.
Doğalgaz anlaşmasını imzalamak için 2007’de Cezayir’de bir araya geliyorlar. Her şey bitmiş masanın üzerinde beklerken, Bouteflika birden doğruluyor ve diyor ki, “Setif için özür dilemenizi istiyorum.” Setif’te Fransız sömürgeciliğine karşı başkaldırdıkları için 1945’de binlerce Cezayirli katledilmişti. (Bugün, Setif katliamının ilk günü kabul edilen 8 Mayıs. S.İ) Bunun üzerine Sarkozy, “Ben nostalji için buraya gelmedim” diyor. Bu tutanakta var. Bouteflika ısrar ediyor: “Hafıza ticaretten önce gelir!” Anlaşma bu zamana kadar imzalanmadı!
Her şeyi Sartre’a borçluyum
Hayatın daha kötü olduğu ülkeler de var, sürekli İsviçre’yi kötülüyorsunuz. Ne istiyorsunuz İsviçre’den?
Hiç bir şey, ben ülkemi seviyorum. Sadece bu yalancı egemen sınıfa karşıyım. Kişi başına düşen milli gelir hesaplarına göre İsviçre dünyanın en zengin ikinci ülkesi. Yeraltı zenginliklerinden yoksun, yüzde 60’ı yaşanabilir, gerisi kayalık ve buzul olan 41 bin kilometrekarelik bir ülke. Bütün bu zenginliği nasıl yapıyor? Yeraltı zenginliği yabancı para: Kanlı para, üçüncü dünyanın kara parası, vergiden kaçırılan para. Sadece 2,2 milyar frank eski Kongo Devlet Başkanı Mobutu’nun parası ki, Kongo’da hastane yetersiz. 1,8 milyar Nijerya eski Devlet Başkanı, kokain bağımlısı, katil Abacha’nın parası. Bu listeyi istenildiği kadar uzatabilirim. Nazi altınlarının paraya çevrilmesinden de söz etmeliyiz.
İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgesinde büyüdünüz. Ama adınız Hans’ı daha sonra Jean’a çevirdiniz ve kitaplarınızı Fransızca yazıyorsunuz. Sanki geçmişinizi unutmaya çalışıyormuşsunuz gibi bir izlenim var.
Bir villada yaşıyorduk ve akşama kadar bisikletle ortalıkta dolaşıyordum. Ama o bölgedeki köylü çocuklar zengin ailelere hizmetçi olarak kiralanıyordu. Her perşembe hayvan pazarı kurulurdu ve zengin tüccarlar lokantada midelerini doldururken, beti benzi solmuş çocuklar hayvanın başında titreyerek beklerdi. Bunları ergenlik döneminde fark ettim. Babama gidip sordum: Neden bunlar bu kadar yoksul ve neden biz bu kadar zenginiz? Babam, bir Kalvinistti, şöyle dedi: “Oğlum işine bak, dünyayı değiştiremezsin!”
18 yaşında Paris’e kaçtınız…
Çok kötü davrandım, babama hakaretler ettim. Paris’te ortalığa düştüm. Günün birinde Jean-Paul Sartre’ın grubundan Marksist öğrencilerle tanıştım. Sartre o zaman Les Temps Modernes dergisini yayınlıyordu. Mutluluğumu tarif edemem. Bu dergi benim için tanrı kelamı gibiydi ve benim de birlikte çalışabileceğimi söylediler.
O mu sizi Marksist yaptı?
Bunu yapmak zorunda değildi. Zaten o zamana kadar çelik gibi bir inançla donanımlıydım. Sartre’ın çevresindeki diğer öğrencilerle birlikte Cezayir Kurtuluş Hareketi’ni destekledik. Yeraltındaki insanlarla ilişkide kurye görevi yaptım ve ihtiyacı olanlara verdiğim için her iki ayda bir pasaportumu kaybettim. Sartre’ın beni en etkileyen yanı cömertliğiydi. Şömine rafında burjuva tarzı bir vazo dururdu. İçi parayla doluydu ve ihtiyacı olan kullanırdı. Yazılarıyla yaşardı.
Ona ne borçlusunuz?
Kesinlikle her şeyi! Üniversiteden sonra BM çalışanı olarak 2 yıl Kongo’ya gittim. Dönüşte Sartre yanına çağırdı. Afrika bağımsızlık mücadeleleriyle ilgili az şey biliyordu ama sorularıyla beni canımdan bezdirdi ve en sonunda dedi ki: Bunları yazmak zorundasınız. Hayatımın ilk makalesini bundan sonra yazdım.
Ve?
Simone de Beauvoir redakte etti. Sıkı bir kadındı. Les Temps Modernes dergisine vermeden önce, bir de adımın üstünü çizdi ve yerine Jean koydu. “Hans, bir isim değil.” Daha önemlisi, Sartre beni Kongo dönüşü de entelektüel olarak sürekli besledi. Parıldayan bir şövalye olarak oraya gitmiştim. Ama siyahların diğer siyahları nasıl katlettikleri gibi Afrika gerçeklerini gördüm. Ayrıca Avrupalıların en olumsuz koşullarda cüzzam merkezlerinde nasıl çalıştıklarına tanıklık ettim. Hiçbir şey artık dünya görüşüme uygun değildi. Baba evinin kalvinizmini terk ettikten sonra, şimdi benim ikinci sosyalizasyonum başlıyordu. Sartre’ın varoluşçuluğunun tam da beni kurtardığı zamanlardı. Anladım ki, insan yaptığıdır, başka hiç bir şey değil.
İsviçre’ye dönünce, Cenevre’de yeni kurulan Afrika-Enstitüsü’nde önce hukuk, sonra da sosyoloji doktorası yaptım, sonra profesör oldum. Sonra da her şeyi bırakıp bir çalışma birliği ile şeker işinde çalışmak için Küba’ya gittim.
Che’ye 12 gün şoförlük
Che Guevara’yı tanıdınız…
Küba’da kaldığım otelin mutfağında Kübalı devrimciler toplanırdı. Che, sanayi bakanıydı ve Cenevre’de planlanan bir şeker konferansı için oraya gitmeyi planlıyordu. Orada Küba büyükelçiliği olmadığı için, birilikte gidip gidemeyeceğimi ve arabam olup olmadığını sordular. “Bir küçük siyah Morris’im var” dedim. Bu sefer 12 gün Che’ye şoförlük de yapıp yapamayacağımı bilmek istediler.
Yapabilirdiniz…
Sözü mü olur. İstasyondan aldım, her sabah otelden konferans salonuna götürdüm. Akşam programlarında eşlik ettim, geziye çıktık. İsviçre’de üzerindeki rüzgâr paltosu, başında komutan yıldızlı şapkasıyla başka dünyadan gelmiş gibi görünüyordu. Utangaç ve ironik bir etki bırakıyordu ama otoritesi de fark ediliyordu.
Onunla çok konuşabildiniz mi?
Sürekli ona, “kumandan şunu açıklayabilir misiniz” diye sorular sormayı denedim. Ama sıkılıyordu. En son akşam yüreklendim ve istediğim bir şeyi doğrudan söyledim. Mücadele etmek için Afrika’ya gideceği dedikoduları vardı. Dedim ki, “Ben de sizinle gelmek istiyorum…”
Elinize silah mı almak istediniz?
Tabiî ki…
Che Guevara nasıl cevap verdi?
Cenevre’de bir tepedeki otelinde pencerenin önündeydik. Şehrin üstündeki bütün bankaların, şirketlerin ışıklı reklâmlarına işaret etti; “Arkadaşım, sen burada doğdun, yerin burası. Canavarın beyni burası, burada mücadele etmelisin” dedi. Beni olduğum gibi bıraktı. Derinden aşağılanmış hissettim. Ama benim ne olduğumu iyi anlamıştı: Bir silahtan başka hiç bir şeyi daha kötü kullanamayacak 25 yaşında bir küçük burjuva. Gerilla savaşı benim kesin ölümüm olurdu.
Bugün şiddet uygulayabilir misiniz?
Duruma göre değişir. Che bir gün, “Bir devrimci silahlı bir öğretmenden başkası değildir” dedi. Sözünü söylemek için özgürlüğün yoksa bunun için mücadele etmelisin. Ama beni yanlış anlamayın, öyle bir şey yapmak için cesaretim olup olmadığına emin değilim.