2008 yılında ortaya çıkan gıda krizini, aslında süreklilik gösteren krizin derinleşmesi olarak algılamak gerekir. Zaten dünya nüfusunun önemli bir bölümü için gıda krizi açlık ve yetersiz beslenme biçiminde hep var. Birleşmiş Milletler verilerine göre 1 milyara yakın insan açlık çekmektedir. Temel besinlerin, vitamin ve minerallerin yeterli alınamaması biçimindeki yetersiz beslenme (buna gizli açlık da denebilir) 3 milyara yakın insanı etkiliyor. Dünya nüfusunun yarısı açlık ve yetersiz beslenme anlamında hep gıda krizi yaşıyor. Bu kavramın bu yıl ağırlıklı biçimde gündeme oturması, sorunun dünyanın zengin kabul edilen ülkelerinin alt ve orta gelir gruplarını da etkileyecek biçimde yaygınlaşması nedeniyledir. Bu tavrı medyamızın mevsim değişikleri ile ilgili algılamasına benzetebiliriz. Kışın Erzurum kar altında kalalı 2 ay geçtikten sonra İstanbul’a 2 santim kar yağdığında “Kış geldi!” diye bağıran televizyonları ve gazete manşetlerini hatırlayalım. Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre 2007 yılında her gün 18 bin çocuk açlığın doğrudan ve dolaylı sonuçları nedeniyle öldü. Yeterli beslenmediği için bedensel ve mental açıdan gelişemeyen ve ileride uygun beslenme koşullarına kavuşsa bile çocuklukta yaşadığı açlığın yarattığı hasarları ömür boyu taşıyacak yüzmilyonlarca çocuk hesabın dışında.
Açlığın asıl sebebi yeterince gıda üretilememesi değildir. Toplam gıda üretimi insanlığın gereksinmelerinin üstündedir. Sorun gıdaya ulaşmada yaşanan sıkıntı, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve temel bir insan hakkı kabul edilmesi gereken besinin diğer ticari metalar gibi kabul edilmesinde yatıyor. Kapitalist üretim ve ticaret mantığında gıda bir hak değil, giysi ve araba gibi bir ihtiyaçtır. İnsanlar metaları talep ederler, alım güçleri yeterliyse ona ulaşırlar. Gıda bir yana, neoliberal politikaların araçları IMF ve Dünya Bankası’nın ticari anlaşmalara soktuğu kavram suyun bile bir hak değil, ihtiyaç olduğudur. Nitekim birçok ülkede su kaynakları ve dağıtımı şirketlere verilmiş, nehirler, göller ve barajlar kişi malı haline gelmiştir. Türkiye’de de su kaynaklarının liberalizasyonu (satışı) gündeme oturtuldu. Medyamızın büyük bölümü bu kararı zekice bir buluş, sevindirici bir gelişme olarak sundu.
Sürekli açlık krizi 2008 de derinleşti. Bu durum zaten açlık çekenleri ölüme bir adım daha yaklaştırırken, yetersiz beslenen milyarlarca insanı açlık çekenler kategorisine, belirgin gıda sorunu yaşamayan kesimin bir bölümünü de yetersiz beslenenler sınıfına itmeye başladı.
Aslında kriz işaretlerini daha önce vermeye başlamıştı. Dünya gıda pazarında 60 tarım ürününün fiyatı 2006 da % 14, 2007 de % 37 arttı. Mısır fiyatları % 70 arttı. Pirinçte artış % 100’ü aştı. Buğday, soya fasulyesi ve yemeklik yağlarda da çok hızlı artış oldu.
Gıda fiyatlarındaki artışın altında yatan nedenleri gözden geçirirsek, petrol fiyatındaki artışı ilk sıraya koymak gerekir. Özellikle endüstriel tarımda girdilerin önemli bir bölümünü oluşturan petrolün fiyatı bu yıl rekor düzeye ulaştı ve varil başına 120 doları buldu. Üretiminde yüksek miktarda enerji gerektiren ve ham maddesi büyük ölçüde petrol türevlerinden oluşan gübrelerin fiyatı da çok yükseldi. Artan petrol fiyatlarına karşı alternatif enerji kaynağı olarak görülmeye başlanan etanol ve biodizel üretimi için geniş alanlar mısır ve şeker kamışı ekimi için tahsis edilmeye başlandı. Örneğin ABD de üretilen mısırın % 20’si etanol için ayrılıyor. Brezilya’da biodizel elde etmek için daha az gıda üretimi yapılmaya başlandı. Aslında tarım ürünlerinden yakıt elde etmek sanıldığı kadar rasyonel değil. Zaten mısır üretimi için çok fazla petrol ve petrol türevleri kullanıldığından çevre dostu olduğu savunulan etanol ve biodizel daha üretilirken çevre kirletiliyor ve zaten önemli miktarda petrol de kullanılmış oluyor. Bir arabanın deposunu 1 kez doldurmak için gereken biodizelin üretiminde kullanılan tahıl bir insanın yıllık beslenme gereksinimine denktir.
Mısır ve soya fasulyesinin fiyatlarının artışının bir nedeni de Asya ve Latin Amerika ülkelerinin orta sınıfının et talebindeki artış oldu. Mısır ve soya, sığır, domuz ve kümes hayvanlarının beslenmesinde kullanıldığından bu ürünlere talep arttı. Yıllık et tüketimi 1961 de 71 milyon ton iken 2007 de 284 milyon ton oldu. Bu sürede kişi başına et tüketimi 2 kat arttı. Gittikçe daha çok hayvanın tahılla beslenmesi tahıl stokları üzerinde baskı oluşturdu. Aslında et üretmek için hayvanların tahılla beslenmesi insanlara kalori ve protein sağlamanın etkili bir yolu değildir. Sindirim sistemlerinde sellülözü parçalayan ve enerjiye çevrilmesini sağlayan sellülaz enzimi salgılanan hayvanların tahıllarla beslenmesi bir israftır ve hayvanların doğasına da uygun değildir. Besinlerini otlaklardan, çayırlardan elde eden yani sellülöz tüketen hayvanlar daha sağlıklı ve doğal bir gelişme gösterirler. Açık havada, güneş görerek ve hareket ederek normal gelişme seyriyle, vücutlarında toksik maddeler biriktirmeden büyürler. Fakat bu doğal ve sağlıklı büyüme, endüstriel hayvancılığın en kısa sürede maksimum kazanç elde etme talebine uymaz. Hayvanlar beton zeminli ahırlarda kendilerine ayrılan daracık bölmelerde hareketsiz durmalıdır. Çünkü hareket etmek enerji kullanmayı gerektirir. Bu ise verilen besinin bir kısmının lüzumsuz! yere israfıdır. Hayvanlar en kısa sürede en yüksek kiloya erişmeli ve artık yediklerini proteine (fakat daha çok yağa) dönüştüremez duruma geldikleri anda da kesilmelidirler. Bu nedenle sağlıksız fakat hızlı büyüme sağlayan tahıllarla beslenirler. Bununla da yetinilmez, daha hızlı büyümeleri için hayvansal proteinler içeren yemler yedirilir. Kan, kemik barsak ve her türlü mezbaha artıkları yemlere katılır. Bu doğal olarak otobur olan hayvanların etobur hale getirilmesidir. Sonuç bu hayvanların etlerini yiyen insanlara kalp-damar hastalıkları, deli dana hastalığı olarak döner.
Sığırlar mısır ve diğer tahılları ete dönüştürmede fazla verimli de değildir. 1 kilo et üretmek için sığırlar 8 kilo mısıra gereksinme duyarlar. Bu rakam domuzlar için 5, kümes hayvanları için 3 kilodur.
Gıda fiyatlarındaki artışın diğer bir nedeni gıda ihraç eden bazı ülkelerin ithalatçı durumuna gelmesidir. Özellikle Hindistan ve Çinin büyük ithalatçılara dönüşmesi önümüzdeki dönemde dünya gıda fiyatlarını daha da arttıracaktır. Pirinç fiyatlarındaki artışta gittikçe daha fazla ekim alnının endüstriyel tesislere ve konut yapımına ayrılmasıdır. Çin’de bu amaçla 28 milyon dönüm arazi tarım üretiminin dışında bırakılmış durumda. Ülkemizde şehirlerin ve tesislerin en verimli tarım alanlarını nasıl hızla kapladığı ortada. Bereket sembolü Çukurova bugün bina yığınları ile kaplanmış halde. Brezilya’da geniş alanlar zenginlerin büyük, geniş bahçeli villalarının yapımı için ayrılıyor, büyük golf sahaları oluşturuluyor.
Tahıl ve pirinç fiyatları olumsuz hava koşulları nedeniyle de arttı. 2007 de Bangladeş’te yaşanan tayfun 600 milyon dolar değerinde pirinci tahrip etti. Orta-Kuzey Çin’de geçen yaz yaşanan kuraklık kışın da olağanüstü soğukları ile birleşince Çin Dünya pazarlarından ithalat yapmak zorunda kaldı. Dünyada geçen yıl yaşana genel kuraklık ürün rekoltesini olumsuz etkiledi.
Gıda krizi ile bu yıl ortaya çıkan finansal kriz de çakıştı. ABD’de başlayan kriz derinleşti ve yayıldı. Borsalarda birçok sektörün hisseleri riskli hale geldi. Spekülatörler (“vurguncular” dense de olur) dalgalanması muhtemel hisseler yerine risk taşımayan garantili alanlara para yatırmayı tercih ettiler. En sağlam yatırımlar gıdaya ve fiyatı giderek artan petrole, madenler gibi hammaddelere yapılanlar. Nasıl olsa insanlar kriz nedeniyle zorunlu olmayan tüketimlerini kıssalar veya erteleseler de bir şeyler yemek zorundalar. Tatlı karlar için gıda sektörüne akıtılan paralar gıda fiyatlarını arttırdı. Stoklanarak saklanan pirinç ve tahıllar en karlı anda ortaya çıkmayı bekliyor. Türkiye’de buğday ve pirinç fiyatlarının beklenenden fazla artmasında vurguncular da rol oynadı. Bu durumdan ilgili bakanlar bile şikâyetçi oldu. Buğday ve pirinç yüklü gemiler limanlara yanaşmadan bekletildi. En azından gemi çalışanları kıyılarımızın güzelliklerini daha yakından tanıma fırsatı bulmuş oldu. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin piyasayı disipline etmek için yapmakta olduğu alım yıllık üretimin % 20’sinden % 2’ye düşürüldükten ve sıfır gümrükle buğday ithalatı tümüyle özel sektöre bırakıldıktan sonra olanlara şaşırmamak gerekir.
Dünya nüfusunun önemli bir bölümünün protein ihtiyacını karşılayan okyanus balıklarının aşırı avlanması sonucu birçok balık türünün yok olması da yoksulların gıda yükünü arttırıyor.
Gelir dağılımın birçok ülkede giderek daha da bozulması ve tarımda uygulanan yanlış politikalar kırsal kesimden şehirlere göçü hızlandırdı. Artık tarım faaliyetini sürdüremez duruma gelen insanlar iş bulma ümidiyle şehirlere akın ediyor. Ne var ki orada da iş bulmak çok zor. Borç sarmalına girmiş olan ve İMF, DB, DTÖ’ye paçayı kaptırmış olan birçok ülke kalkınma hayalini terketmiş ve yatırımlardan vazgeçmiş durumda. Kamu ekonomik alandan çekilirken, para sahipleri yeni yatırımlar yapmak yerine hazır kuruluşlara ucuza el koyuyorlar ve ilk icraatları çalışanları işten çıkarmak oluyor. Artık şirketlerin borsa değeri işten çıkardıkları işçi sayısı oranında artar oldu. Köylerinde kendi gıdalarının bir bölümünü kendileri üreterek hayatta kalmayı başaran küçük çiftçiler artık şehirlerin varoşlarında büsbütün çaresiz, yardım kuruluşlarının el uzatmasını bekliyor. Köylüler ya toprakları olmadığı için ya da toprağı olduğu halde yüksek girdi maliyetleri, düşük ürün fiyatları nedeniyle çarkı çeviremez duruma geldiklerinden şehirlere akıyor.
Petrol, gübre ve zirai ilaçların fiyatları hızla yükseliyor. Çıkarılan tohum yasaları ile kendi ürünlerinden ayırdıkları tohumları kullanamıyorlar. Ulusötesi şirketlerin pahalı, genleri değiştirilmiş sertifikalı tohumlarını almaya zorlanıyorlar. Ürünlerin pazarlanma işini de büyük şirketler yapıyor.
Köylüye mazot, gübre desteği yapmak, ürününü yok pahasına satmak zorunda kalmasın diye düzenleyici kurumlar oluşturmak, taban fiyat belirlemek serbest pazar prensiplerine aykırı olduğu için yasak. Rekabet kurallarına aykırı bu tutum kabul edilemez. Nitekim pirinç üreticisine küçük oranda sübvansiyon yapmaya kalktığında ABD Türkiye’yi Dünya Ticaret Örgütü’ne şikâyet etti.
Ama kutsal serbest piyasa yasaları başta ABD olmak üzere zengin ülkeleri nedense bağlamıyor. 7 zengin ülke kendi tarım sektörlerine yılda 360 milyar dolar destek veriyor. Başka bir deyimle hergün G7’nin zaten varlıklı olan az sayıdaki tarım üreticisinin cebine günde 1 milyar dolar konuyor.
Bu uygulama zengin ülkelerin kısıtlayıcı kuralları sadece yoksul ülkelere dikte ettirdiklerini gösteriyor. Aslında tarım üretimi dünyanın her yerinde desteklenmelidir. Çünkü tarım temel insan gereksinmelerine yönelik olduğu için başka sektörlerle bir tutulamaz. Madem Dünya piyasasının üstünde malediliyor, o zaman Türkiye pirinç veya buğday üretmesin diyemeyiz. Ama Türkiye’de birçok akademisyen buğdayımız pahalı, üretmeyelim, Amerika’dan satın alalım, daha ekonomik tezini yıllarca militanca savundu. Gerçekte neyin ekonomik olduğu, hangi vadede ekonomik gibi göründüğü nereden bakıldığına göre değişir. ABD de ürün fazlası buğday var. Bu buğdayın maliyeti aslında dünya piyasa fiyatlarının oldukça üstünde. Fakat hükümet kendi çiftçisine (daha doğrusu arazileri ele geçirmiş olan büyük tarım şirketlerine ve büyük toprak sahiplerine) çok fazla destek veriyor. Ayrıca ihracatçısı da % 20 ye varan sübvansiyon alıyor. Bu koşullarda piyasaya çıkardığınız ürünü dünya fiyatlarına göre % 25 dolayında fiyat kırarak satışa çıkardığınızda karşınızda kimse duramaz. Aslında damping DTÖ’nün kendi kurallarına göre de yasaktır. Fakat yasaklar herkes için değildir kuşkusuz. Rekabet olanağı bulamayan ülkelerde tarım çöküyor. Çaresiz kalan çiftçiler topraklarını terkedip şehirlere akıyor. Kuzey Afrika ülkeleri, Cezayir ve Fas buğdayı tonu 150 dolar maliyetle üretirlerken ABD 100 dolara buğday satmayı teklif etti. Bu alışveriş mantıki göründüğünden 5 yıl ABD den buğday ithal eden bu ülkelerde buğday tarımı neredeyse tümüyle durdu. Çiftçiler topraklarını terkettiler. Daha sonra buğdayın tonu 250 dolara çıktığında hükümetler tekrar buğday üretmeyi akıl ettiler, fakat artık çok geçti. Köylerde üretim yapacak genç kalmamış, toprak çoraklaşmaya yüz tutmuştu. Türkiye’de de küçük çiftçi gözden çıkarılır ve ulusötesi şirketlerin gizli gündemi gerçekleşirse araziler şirketlerin denetimine ya da doğrudan eline geçecektir. Bu niyet açıkça ifade edilmese de gidişin sonu kaçınılmaz olarak bellidir. Bir verimlilik teranesi tutturulup, küçük çiftçiliğin ortadan kaldırılması savunuluyor. Kendi yiyeceklerinin önemli bir bölümünü üreterek hayatını sürdürebilen köylüler yurtlarından edilirse Monsanto, Cargill gibi tarım endüstrisinin dev şirketleri buralarda binlerce dönüm arazide mısır, buğday, pirinç yetiştirirlerse bu verim bizim için ne ifade edecektir? Aşırı gübreleme, aşırı sulama, aşırı ilaçlama ile toprak ve çevre tahrip edilirse doymak bilmeyen şirketlerin kısa vadeli çıkarları için ülkenin geleceği tehlikeye atılmış olmayacak mıdır? Biz o zaman buğdayı pirinci, kaç liradan alabileceğiz?
Bizim neoliberal yazar ve akademisyenlerimize göre gelişmişliğin önemli bir ölçütü kırsal kesim nüfusunun ABD ve AB deki gibi % 4 hatta % 2’lere indirilmesidir. Her şeyden önce geniş kırsal alanların insansızlaştırılması geçekten iyi ve gerekli mi? Gerekliyse bunun ekonomik ve sosyal ne gibi önlemlerle sağlanacağını söylemiyorlar. Ama kırsal alanın nasıl kolayca boşaltılacağını biliyorlar. Çiftçiye bütün girdiler destek sağlamadan ortalama dünya fiyatlarının üstünde fiyatlarla satarsınız sonra da ABD ve Hollanda üreticileriyle eşit! Koşullarda serbest! piyasanın gereklerine uygun biçimde ticarete zorlarsınız. Borç batağına düşen çiftçi arazilerini tefecilere veya kreditör bankalara terketmek zorunda kalır veya endüstriyel tarım şirketlerine kiralar. Açığa çıkan insanların nereye gidip, ne yapacakları da artık kendi özgür iradelerine kalmıştır.
Otomotiv üreticisi şirketler, sanayiciler, turizmciler birçok ayrıcalık ve destek isterlerken onlara gidin, serbest piyasa koşullarına göre başınızın çaresine bakın denmez. Vergi muafiyetleri, elverişli koşullarda krediler, istihdam kolaylıkları sağlanır ve bu durum kimseyi rahatsız etmez. Fakat küçük çiftçi azıcık desteklensin dendiği zaman ortalık hemen karışır. Populizm yapılmamalı, bütçe disiplininden asla taviz verilmemelidir. Köylüye verilen destek bizim cebimizden çıkıyor ve biz bunu vermek zorunda değiliz! Halbuki büyük ölçüde batık özel bankaların ve batık holdinglerin neden olduğu dış borçların sadece faizine bütçenin % 40’ı harcanırken bu para halkın cebinden çıkmış olmuyor.
Dünyada açlık sorununun bir nedeni de yoksul ülkelerin kendi gereksinmelerine değil, döviz getiren ürünlere yönelmeleridir. Örneğin Somali 70’li yıllarda büyük ölçüde kendine yeten bir tarım üretimine sahipti. Göçebe hayvancılık ve tahıl üretimi yeterli beslenme düzeyini sağlıyordu. Liberalizasyon adı altında ülke ekonomisine müdahaleler başladıktan sonra herşey kısa sürede kötüye gitti. Et piyasasının serbestleştirilmesiyle ucuz et ithalatı kısa sürede göçebe hayvancılığı bitirdi. Milyonlarca insan işsiz kaldı ve en küçük gelirden yoksun bırakıldı. Bozulan ekonomi nedeniyle dışarıya borçlanma başladı. Önce küçük miktarlarda olan borç çığ gibi büyüdü. IMF yetkilileri ve Washington yerleşimli finans kuruluşları Somali’ye borçlarını ödemesi için çıkış yolunu da gösterdiler. Döviz getirecek ihraçlık tarım ürünleri üretilmeliydi. Buğdayın ihraç şansı yoktu. Zaten zengin ülkelerin elinde buğday fazlası vardı ve ihraç edecek pazar arıyorlardı. Bu yüzden Somali’nin kahve üretiminde uzmanlaşması ve kahve ihracı ile borçlarını ödemesi uygun görüldü. Borçlarının bir bölümünü de kamu kuruluşlarını satarak ödeyebilirdi. Bu arada eğitime, sağlığa, ülkenin alt yapısına genel bütçeden kaynak ayırıp paraları çarçur etmemeli, çiftçiye destek gibi saçma uygulamalardan hemen vazgeçmeli, tarımla ilgili bütün kamu kuruluşlarını kapatmalı çalışanlarını işten çıkarmalıydı. Bütün istekler Somali yönetimince yerine getirildi. Zaten hükümetler halklarının iyiliği için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazlar. Ne var ki işler yine de pekiyi gitmedi. Kahve piyasasını elinde tutan Uluslararası karteller aralarında anlaşarak 1984’te kahve fiyatlarını yarı yarıya düşürdüler. (Tabii ki üreticiden alına kahvenin, Starbucks’larda satılanın değil). Somali tarım ve hayvancılığı tahrip olmuş, kamu kuruluşları çökmüş şekilde ortada kaldı. Kahve konusundaki ihtisası da işe yaramadı. Artık buğday da üretemiyordu. Ekonominin çöküşü ve nüfusun büyük çoğunluğunun işsiz kalması sonucu kaçınılmaz olarak karışıklılar başladı. Gerçi alacaklı ülkeler işsizlik ve açlık konusuna kayıtsız değildi. Zaten uygulamalarının sonucunun pekâlâ işsizlik ve açlık getireceğini bildiklerinden daha program uygulanmaya başladığında yardım kuruluşları ve Sivil toplum örgütleri devreye sokulmuştu. İnsanlık ölmedi ya! Yine de sonuç iç savaş oldu. Kahve ihracından gelen dövizlerin çoğu dış borç ödemesine ayrılmıştı. Kalan az miktarda dövizi ise Hükümet silah alımında kullandı. Huzursuzluk artıp, çatışmalar iç savaşa dönünce elinde silah bulunanlar, silah alacak gücü olmayanları kolayca öldürdü. Duruma Birleşmiş Milletler, daha doğrususu ABD ve Nato müdahale etti. Özellikle ABD askerlerinin, dünya barışını tehdit eden Somalililere karşı gösterdiği kahramanlıklar Kara Şahin Düştü filmiyle destanlaştırıldı.
IMF programlarının uygulandığı bütün ülkelerde sonuç ekonomik ve toplumsal yapının büyük ölçüde tahribi ile sonuçlandı. Fakat yoksul ülkelerin kaynaklarının zenginlere aktarılmasında önemli başarılar sağlandı. Yabancı sermayenin gelişini büyük sevinçle karşılayan ve bu nazlı, ürkek sermaye için bütün kolaylıkları sağlayan ülkeler kaynaklarının çoğunu telafisi çok güç biçimde kaybedip kendi semayelerini kediye yüklediler.
Dünya ülkelerinde küçük çiftçiliğin kararlı biçiminde tahribinden sonra planın ikinci bölümü şimdiden uygulanmaya başladı. Köylülerin satmak veya terketmek zorunda kaldıkları araziler büyük para sahiplerinin ve şirketlerin eline geçiyor. Brezilya’da soya kralı 1 milyon dönüm araziyi kontrol ediyor. Çin de kamusal araziler hak sahibi çiftçilere tazminat ödenmeden ya da çok az tazminat ödenerek girişimci sermayedarlara satılıyor. Petrol zengini Araplar da gıda krizinden sonra kazançlı gördükleri tarım işine girmek üzere arazi arayışına girdiler.
Türkiye 2002 yılında Dünya Bankası ile bir anlaşma imzaladı. Buna göre daha önce verilmesi kabul edilmiş olan kredinin 600 milyon dolarlık diliminin serbest bırakılması için bazı şartların yerine getirilmesi isteniyordu. Uygulanmakta olan tarımsal destekler kaldırılacak, üretimi teşvik için prim uygulanmayacak, dönüm başına ödenecek doğrudan gelir desteğine geçilecektir. Tarım Satış Kooperatifleri ve birlikleri yeniden yapılandırılacaktır. (İşlevsiz hale getirilecektir anlamında.) Bu doğrultuda yapılan uygulamalar gereği Tarım girdilerine ve kredilerine uygulanan sübvansiyonlar kaldırıldı. Destekleme alım miktarları azaltıldı. Destekleme fiyatları gerçekleşen enflasyonun çok altında belirlendi. Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin Ziraat Bankası, Tekel ve Şeker fabrikalarının satışına olanak veren yasa yürürlüğe girdi. Bunlardan Tekel ve şeker fabrikalarının satışı gerçekleştirildi. Tarımsal kitler; ORÜS (Orman Ürünleri Sanayii), EBK (Et ve Balık Kurumu), TZDK (Türkiye Zirai Donatım Kurumu) DÜÇ (Devlet Üretme Çiftlikleri) özelleştirildi. Tohum Islah istasyonları tasfiye edildi. TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)nin faaliyet alanı daraltıldı. IMF ve Dünya Bankası ekonomiyi, ticareti ve tarımı herkesten fazla bildiğine ve biz de onların direktiflerini yerine getirdiğimize göre artık yarınlara güvenle bakabiliriz.
Gıda Krizi konusunda açıklama yapan Birleşmiş Milletler gıda programı direktörü Josetta Sheeran krizin etkileyeceği ülkeler arasında Türkiye’nin de bulunduğunu fakat az riskli ülkeler arasında yer aldığını belirtti. Buna rağmen özellikle kırsal kesimde yaşayanlar, çiftçiler ve şehirlerdeki yoksulların gıda kıtlığından çok zarar görebileceğini belirtti.
Türkiye’de bazı ürünlerin fiyat artışı şöyle oldu; tahıl % 42, süt ürünleri % 80, pirinç % 130, bulgur % 115, fasulye % 80, makarna % 114, kırmızı mercimek % 133, nohut % 50, kuru fasulye % 97, domates % 115, ayçiçeği yağı % 115, mısır özü yağı % 110.
Ülke ihtiyaçlarına yönelik ürünlere yönelmediğimiz, küçük çiftçinin çevreye en az zararla en uygun tarımı yapmasına olanak sağlamadığımız, temel gıdalara büyük miktarlarda döviz ödemek durumunda kaldığımız, topraklarımızı ve sularımızı büyük sermaye gruplarına ve ulusötesi şirketlere kaptırdığımız takdirde tablonun ne yönde gelişeceği ortadadır. Bu tür krizler doğru adımları atma yolunda bir vesile olabilir.
Kaynak:19 Mayıs 2008/ Özgür Üniversite