Su kaynaklarının kirletilmesi, yanlış kullanımı ve küresel ısınma nedeniyle azalıp yok olması karşısında AKP’nin bulduğu çözüm; özelleştirme. Su kaynakları böylece korunacak ve kollanacak. Bunun bir çözüm olmadığını, olamayacağını söyleyen Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Ahmet Atalık konuyla ilgili basın açıklaması yaptı:
SU KAYNAKLARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİ ONLARIN DAHA İYİ YÖNETİLMESİ OLAMAZ!
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2007 seçim beyannamesinde;
• Barajı bitirilen projelerin, sulama kısmını özel sektörün yatırımına açacağını,
• Köy ve kentlerde içme suyunun kalitesinin artırılmasının hedeflendiğini,
• Su ve kanalizasyon işletmeciliği başta olmak üzere çevre sektöründe, maliyetlerin düşürülmesi ve kalitesinin artırılması için kamunun yanı sıra özel kesimin de katılımının artırılacağını,
belirtiyordu. Seçimden sadece 9 gün sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in akarsuların ve göletlerin kullanım haklarının özel sektöre devredileceği açıklamaları da bu program çerçevesinde yapılmış açıklamalardır.
Açıklamaya göre öncelikle çeltik tarlalarının sulanması için Kızılırmak Proje kapsamına alınacak. Çok değil daha geçtiğimiz Mart ayında Çevre, Enerji ve Tarım Bakanlarımızın Bakanlar Kurulu’na sundukları İklim Değişikliği, Kuraklık ve Su Yönetimi Raporu’nda Kızılırmak havzasının kuraklık sinyali verdiği belirtiliyor. Bir şirket malını en fazla miktarda satmak ister ve elindeki mal azalınca da malın fiyatını doğal olarak artırır ve onu satmaya yine devam eder ta ki bitirinceye dek. Özel sektörün sattığı malda tasarruf etmesi, onu satmayı kısıtlaması gibi bir kavram olamaz. Bir kilogramını üretebilmek için 2,7 litre suya ihtiyaç olan çeltik tarımında diğer bitkilere oranla daha fazla miktarda sulama suyu kullanılıyor. Şirket, daha fazla ve hızlı kazanabilmek için elinde kalan su miktarına bakmaksızın suyun tarımda kullanımını teşvik edecek, kuraklık nedeniyle azalan suyu çiftçiye daha pahalıya satacak, zaten geçimini zor sağlayan çiftçi kuraklığın olumsuz etkisi yanında bir de şirketin insafına terk edilecektir. Bu döngü su kaynaklarının aşırı kullanımı nedeniyle kuraklığın su kaynakları üzerindeki olumsuz etkisini daha da artıracak, Kızılırmak havzasının kurumasını hızlandıracaktır. Oysa su kaynaklarımızın yönetiminden sorumlu kamu kurumumuz DSİ köy köy gezerek sulu tarım alanlarında ekilecek ikinci ürüne su sağlayamayacağını belirterek gerektiğinde su tasarrufuna gidebilmektedir. Dünyanın 4. büyük gölü olan Aral gölünü besleyen Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinin pamuk tarımı için aşırı ve plansız kullanımının Aral gölünün tamamen kurumasına yol açtığını unutmamak gerekir.
Bakanın açıklamasına göre GAP bölgesindeki tarım arazilerinin sulamaya açılabilmesi sorunu da yine su kaynaklarının özel sektöre devriyle aşılacak. GAP bölgemizde sulanabilir arazi büyüklüğü 1,8 milyon hektar olup bunun 2005 yılı sonu itibarıyla 236 bin hektarlık kısmı sulamaya açılabildi. Sulanan alanların da yaklaşık yarısında tuzlanma sorunu ortaya çıktı. Fırat’ın en iyi kalitedeki suyu bile yılda 10 dekar araziye 1,1 ton tuz bırakmaktadır. Drenaj sistemi kurulmadan sulamaya açılan sahalarda da bu yüzden tuzluluk sorunu görülmektedir. Bu yörede drenaj sisteminin oluşturulması da sorunludur, zira drenaj sularının sadece Suriye üzerinden Fırat Nehrine deşarjı olanaklıdır ve Suriye buna izin vermemektedir. Şayet bu sahalar sırf suyunu satarak mümkün olan en yüksek kazancı elde etmeye çalışan şirketlerin yönetimine bırakılırsa, tarihte verimli ay olarak adlandırılan topraklar önce çoraklaşacak, sonra da çölleşecek ve tarımsal üretimde kullanılamayacak bir hale gelecektir. 1954 yılında dizel motopompların sulamada kullanılmaya başlanmasıyla Suriye’nin Fırat’ın sularını topraklarına verdiğini ve yaklaşık 30 yıl sonra 1980’lerde tuzlanma yüzünden bu arazilerde ot dahi bitmediğini de hatırlamamız gerekiyor.
Yine açıklamaya göre su kaynaklarına sahip olan özel sektör zamanla içme suyu da satabilecek. Önceleri bir kamu malı olan su neden özel sektörün eline geçti, özel sektöre devredilen su hizmetlerinin AKP’nin seçim beyannamesinde belirtildiği gibi maliyetleri düştü ve kalitesi arttı mı, kısaca bu konuya da bir bakalım.
Dünya nüfusunun hızla artması ve kaynakların kirletilmesi sonucu kıtlaşan su ticari bir mal olarak görülmeye başlandı. Suyun bu anlamda önemini en iyi ortaya koyan da “mavi altın” benzetmesidir. Su kaynaklarının ve iletim hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda da bir takım küresel aktörler ortaya çıktı.
Birleşmiş Milletler’in (BM) 1977 yılında düzenlediği ilk Su Konferansı’nda içme suyuna erişimin bir insan hakkı olduğu ortak görüşüne varıldı. Ancak, 1990 sonrasında suyu ekonomik bir mal olarak benimseyen yeni politikalar hayata geçirilmeye başlandı. Bu bağlamda BM’in 1992 yılında düzenlediği Dublin Konferansı’nda da suyun ekonomik bir mal olduğu kararı kabul edildi.
Küresel su politikasının önemli aktörlerinden biri de Dünya Bankası (DB)’dır. 1990 öncesinde DB, su hizmetlerinin ticarileştirilmesi için gerekli yapısal düzenlemeleri kredi anlaşmalarının ön koşulu olarak getirdi. Sonuçta su ve kanalizasyon hizmeti bir kamu hizmeti olmaktan uzaklaştırıldı ve bir ticari hizmete dönüştürüldü. Türkiye, DB ile olan ilişkilerinde de aynı yaptırımları yaşadı.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) görüşmeleri bilindiği üzere Temmuz 2006’da donduruldu. Su kaynaklarının ve su iletim hizmetlerinin özelleştirilmesi konuları DTÖ içinde Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) çerçevesinde görüşülmektedir. Bu anlaşmanın mantığına göre eğer su marketten plastik şişe içinde satın alınabilen bir madde ise o zaman tüm su hizmetleri ve kaynakları özelleştirilmeli, kamu bu alanda olmamalıdır. Bu anlamda da tüm görüşmeler dondurulmuş olmasına karşın, Türkiye’de suyun özelleştirilmesi işlerinin vakit kaybetmeksizin tüm hızıyla devam ettirildiği görülüyor.
Diğer bir küresel aktör Avrupa Birliği (AB) ise her fırsatta Dicle ve Fırat nehirlerinin yönetimini ya kendisine ya da uluslararası bir yönetime devretmesini Türkiye’den istemektedir. Ayrıca GATS’taki suyun özelleştirilmesi planlarının mimarı AB Komisyonu’dur ve bu çabasını Avrupalı Suez Lyonnaise des Eaux ve Generale des Eaux şirketleri adına göstermektedir.
Dünya Su Forumu Mart 2009’da İstanbul’da yapılacak. Bu organizasyonu gerçekleştiren Dünya Su Konseyi su özelleştirmelerinin hangi koşullarda, nasıl yapılacağının çerçevesinin çizildiği, lobilerin yapıldığı bir organizasyon. Bir önceki forum 2003 yılında Meksika’da yapıldı ve hemen ardından Meksika’nın su kaynaklarının hızlı bir şekilde özelleştirilmesine başlandı. Bu etkinliğe henüz yaklaşık 2 yıl olmasına karşın, su kaynaklarımızın bu tarihten önce hızlı bir şekilde özelleştirilmeye başlanmış olması, bu yapının içerisinde %20 civarında bir ağırlığı olan inşaat ve su ile ilgili Türk şirketlerinin sıkı bir lobi faaliyeti yürüttüklerini gösteriyor.
Bugün dünya nüfusunun yalnızca %5’i suyu ulusötesi şirketlerden satın aldığı halde, DB raporlarına göre su piyasası 1 trilyon doları aşmış durumdadır. Bu cazibe de şirketlerin suyun özelleştirilmesi konusundaki lobi faaliyetlerini daha anlaşılır kılmaktadır.
Dünyadaki su özelleştirmeleri, bir kısmı AKP’nin seçim beyannamesinde de belirtilen nedenler öne sürülerek gerçekleştirildi; su kaynaklarının daha etkin kullanımı, hükümetlerin para tasarrufu sağlamaları, su kaynaklarının geliştirilmesi ve insan sağlığının korunması gibi. Ancak pratikte işlerin hiçte ulusötesi şirketlerin beyan ettiği gibi yürümediği zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Tüketicilerin artan su kullanım oranı, kamu sağlığı krizleri, zayıf düzenlemeler ve su altyapı yatırımlarında azalma, kirlilik ve diğer çevre felaketleri, gizli anlaşmalar ve sosyal kargaşa ortaya çıkan olumsuzluklardı. Şirketlerin tek amacı vardı: en az masrafla en yüksek kazancı elde etmek.
Su hizmetlerinin özelleştirilmesiyle ilgili olarak dünya ilginç örneklerle dolu. İşte birkaç örnek; Bolivya’nın Cochomamba kentinde su iletim hizmetlerini 1999 yılında Hollandalı Bechtel şirketi satın aldı. Bu şirket sadece 2 hafta sonra su ücretlerini %200 artırdı. Yağmur suyunu kullanmak isteyen halka ceza yağdırıldı. Güney Afrika’da suyun özelleştirilmesinin hemen ardından yüzbinlerce evin suyu kesilmiş durumda. Halk su ihtiyacını halka açık tuvaletlerden sağlamaya çalışıyor. Bu sağlıksız koşullar nedeniyle de binlerce insan kolera ve tifüsten öldü. Londra ve Berlin su dağıtım sistemlerine özelleştirildikleri 1999’dan beri yatırım yapılmıyor, halk sağlığı ciddi boyutlarda tehdit altında.
Türkiye 73 milyon nüfusu barındıran büyük bir ülke. Şirket gözüyle baktığımızda müşterisi çok ülke. Ayrıca ülkemizde kullanılan suyun da %70’inin tarım sektöründe kullanıldığını hesaba katarsak, su kaynaklarının ve su iletim hizmetlerinin özelleştirilmesi gerek yerli gerekse ulusötesi şirketlerin iştahını kabartacak bir potansiyele sahip ülke, Türkiye!
Küresel ısınma ve onun önemli etkisi kuraklık karşısında su kaynaklarımızın özel sektöre daha etkin kullanımı için devredilmesi, su kaynaklarımızın sadece kuruma hızlarını artıracaktır. Su iletim hizmetlerinin gerek gelişmiş gerekse geri kalmış ülkelerdeki özelleştirme örnekleri olumsuzluklarla doludur.
Su, milyonlarca yıldır yerkürenin yaşam kaynağıdır, herkesin ulaşım hakkı olan bir kamu malıdır ve bu hizmetler kamu eliyle yürütülmelidir.
Doğal pınarlar ve barajlar olan, suyu havzalarda koruyan ormanlarımız ve meralarımız 2/B maddesi ya da kanuna eklenen geçici maddelerle amaçları dışında kullanılmaya çalışılmak yerine korunmalı ve alanlarının artırılması için hükümetimiz tarafından çalışmalar yapılmalıdır.
Ahmet ATALIK
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı
Bir Yorum
tuğba
Suyumuzu nasıl kullanıyoruz?
Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü verilerine göre 2003 yılı itibariyle yararlanılmakta olan suyun miktarı toplam 40,1 milyar metreküp. Bu toplamın 6,2 milyar metreküpü (%15,5) içme suyu, 4,3 milyar metreküpü (%10,7) sanayi, 29,6 milyar metreküpü (%73,8) ise tarımsal amaçlı olarak kullanılıyor. Bu dağılım içinde en büyük paya sahip (toplam su kullanımının dörtte üçü) tarımsal su kullanımının, DSİ 2030 planına göre 72 milyar metreküpe çıkarılarak yüzde 143 oranında artırılması öngörülmekte. Öte yandan, yine DSİ Genel Müdürlüğü verilerine göre sulanabilir alanların 2030 yılına kadar 4,9 milyon hektardan 8,5 milyon hektara çıkarılarak yüzde 73 oranında büyütülmesi planlanıyor.
Tarımda israf edilen su
Ne var ki, Türkiye’nin kısıtlı su kaynaklarının dörtte üçünü tüketen sulama yatırımları hızla yapılırken suyun tasarruflu kullanımı ve ürün deseni üzerinde yeterince durulmuyor. Ülkemizde sulanan alanların %94’ü, suyu israf eden yüzey sulama metotları (karık, tava ve salma) ile yapılırken geriye kalan sadece %6’lık bir alanda basınçlı sulama sistemleri (yağmurlama, damlama) kullanılmakta. Oysa yüzey sulama yöntemi yerine basınçlı sulama sistemlerinin oluşturulması ile tarımsal sulama için kullanılan sudan tüm ürünlerde en az yüzde 50 oranında tasarruf sağlanabilmekte. Bu güne kadar sulamanın yüzeyden yapılması nedeniyle Türkiye’nin su kaynaklarının en azından üçte birinin israf edildiği tahmin ediliyor.
Yüzey sulaması yapılarak suyun israf edilmesi ve şeker pancarı gibi aşırı su tüketen tarımsal ürünlerin desteklenmesi nedeniyle Konya Havzası’ndaki sazlıklar başta olmak üzere dünyaca ünlü pek çok sulak alanımız tümüyle kaybedildi.
2030’da daha da çok sulak alan yok olabilir
DSİ, tarım sektörü dışındaki sektörlerde de suyun tüketiminde büyük bir artış öngörüyor ve toplam kullanılan su miktarını 40,1 milyar metreküpten 112 milyar metreküpe çıkarmayı (yüzde 179’luk artış) hedefliyor. Bu artışın Türkiye’nin doğal su rezervleri olan sulak alanları nasıl etkileyeceğiyle ilgili bir hesaplama bulunmuyor. Ancak hâlihazırdaki 40,1 milyar metreküplük su kullanımı nedeniyle Marmara Denizi’nden daha büyük bir yüzölçümüne karşılık gelen 1 milyon 400 bin hektarlık doğal sulak alanın (Türkiye’deki sulak alanların yaklaşık yarısı) kaybedildiği dikkate alındığında 2030 yılında doğal sulak alanların neredeyse tamamının yok olması bekleniyor.
Küresel ısınmaya hazır değiliz
Küresel ısınma tüm dünyanın ve Türkiye’nin su kaynaklarını tehlikeye sokarken, Türkiye suyun aşırı kullanımına neden olan tarımsal yatırımları gerçekleştirmeye devam ediyor. Çevre ve Orman Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın “İsrail modeli” olarak tanımlanan basınçlı sulamaya geçiş konusundaki prensip kararları son derece sevindirici, ancak yeterli değil. Küresel ısınmanın olumsuz etkilerini en aza indirebilmek için DSİ’nin 2030 yılında tarımsal su kullanımını yüzde 143 oranında artırarak yeni sulu tarım alanları açma hedefinin gözden geçirilmesi ve çevresel açıdan risk taşıyan projelerin iptal edilmesi şart.
Konu hakkında açıklama yapan Doğa Derneği Genel Müdür Güven Eken “Türkiye’nin küresel ısınmaya karşı mücadelesinde daha etkili olabilmesi için acil olarak harekete geçmesi gerekiyor. Bu nedenle, Çevre ve Orman Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın su kaynaklarıyla ilgili politikalarını müştereken belirlemek konusundaki adımları son derece umut verici. Ancak Türkiye’nin su kaynaklarının korunabilmesi için Devlet Su İşleri’nin 2030 planlarında köklü değişiklikler yapılması ve çevre üzerindeki etkileri tam olarak bilinmeyen su yatırımlılarının durdurulması gerekiyor” dedi.
Tarıma giden su daha da artacak
Türkiye, kısıtlı su bütçesine rağmen tarımsal su kullanımını 2030 yılına kadar 29,6 milyar m3’ten 72 milyar m3’e çıkarmayı, bir diğer deyişle, tarımsal su tüketimini %143 oranında artırmayı hedefliyor (Kaynak: Devlet Su İşleri internet sitesi). Bu artışın, küresel ısınmanın olumsuz etkileri dikkate alınarak yeniden değerlendirmesi ve 2030 su yatırımlarının bu değerlendirme sonucunda kısıtlanması gerekiyor