16 Nisan Anayasa Referandumu’nun hileli sonuçlarına ilişkin değerlendirme ve tartışmalar sürüyor. Bu tartışmalardan birisi de kentte yaşayanların çoğunluğunun Hayır, kırda yaşayanların büyük bir çoğunluğunun Evet dediği üzerine. Kır denilince akla hemen köylülük yani tarımsal üretimde bulunanlar gelir. Acaba gerçekten köylüler Evet mi dedi? Seçim sonuçlarının bölgesel dağılımına bakıldığında ilk başta doğru gibi gelen bu yaklaşım acaba doğru mu?
Sol’un görevi bu sorulara kolaycılığa kaçmadan cevap aramak olmalı. Kocaeli ili Türkiye’de sanayi sektöründe çalışan kişi sayısının ve oranının en fazla olduğu yerdir, sermaye birikimi, vasıflı/eğitimli işgücü ve kurumlaşmış kapitalist üretim ilişkileri açısından yoğunlaşan bir kenttir ve %56.69 gibi yüksek oranda Evet çıkmıştır. Bu sonuca bakarak kolaycı bir yaklaşımla nasıl “kapitalizme eklemlenmiş ilişkilerin yoğun olduğu yerler Evet dedi” diyemiyorsak, aynı şekilde kolaycı bir yaklaşımla “Referandumda kırsal/köylüler Evet dedi” de diyemeyiz.
Ülkenin batısında ve kıyı şeritlerinde yaşayanları “kentliler” olarak , Bayburt ilinde yaşayanları ise “kırsaldakiler” yani tarımla uğraşan, köylüler olarak düşünürsek “kentte yaşayanların çoğunluğunun Hayır, kırda yaşayanların büyük bir çoğunluğunun Evet dediği” değerlendirmesi akla yakın geliyor olabilir. Veya referandumda Evet veya Hayır diyen bölgelerin “tarımsal nüfus yoğunluğu” göstergesine bakarak karar verilince de bu değerlendirme akla yakın geliyor olabilir. Ama tarımsal nüfus yoğunluğu denilen gösterge de değerlendirme yaparken bizi yanıltır. Çünkü bir bölgede tarım yapılabilen arazinin yüzölçümü düşükse o bölgede tarımla uğraşanların sayısı az olsa bile; tarımla uğraşanların sayısı tarım arazisinin yüzölçümüne bölündüğünde tarımsal nüfus yoğunluğu çok çıkabilir. Nitekim “tarımsal nüfus yoğunluğu” dağlık arazilerde yüksek, geniş tarımsal ovalarda ise düşüktür. Yani tarımsal nüfus yoğunluğu denilen hesaplama yöntemi bize tarımla uğraşan nüfusun toplam sayısını vermemektedir. Bu nedenle “kırsal nüfus/köylüler Evet dedi” bakışı yanıltıcıdır. Çünkü hem batıda, hem de kıyı şeritlerinde yoğun bir tarımsal üretim ve bu üretimi yapan büyük bir köylü nüfusu vardır. Bu analiz ve tartışmalara kolaycılığa kaçmadan irdelemek, araştırmak ve Hayır’cıları çoğaltmak için politikalar üretmek gerekir.
Konuya dönersek; Hayır’ın önde olduğu bölgeler aynı zamanda çeşitli tarımsal ürünlerin yoğun yetiştirildiği, tarımsal nüfus/köylü sayısının da yüksek olduğu bölgelerdir.(1) Buralardaki köylü nüfusu Evet oyu önde çıkan Karadeniz ve iç Anadolu’nun nüfusundan kat be kat fazladır.
Kırsal ve köylüler sol’un politik çalışma olarak boş bıraktığı alanlardan birisidir. 21.yüzyılda küresel sermayenin yaşadığı küresel krizden çıkış için (enerjinin yanı sıra) gıda ve suyun egemenliğini ele geçirmeyi öngördüğünü ve bütün araçlarıyla buna saldırdığını, yeni sermaye birikim aracı olarak tarıma ve tarımsal alanların gaspına yöneldiğini, bu nedenle de küresel sermayeyle bu süreçten mağdur olan köylülerin/çiftçilerin çatışma yaşayacağını ve kırsalın temel mücadele alanlarından biri olacağını sol öngöremediğinden dolayı da bu alana dönük politika üretme ve mücadele örgütlemeyi de ihmal etmiştir. Tarımda yaşananları sadece “Çiftçilerin ekonomik ve sosyal hakları”nı kaybetmesi olarak” gören, küresel sermayenin gıda egemenliğine saldırısı olarak görmeyen bir anlayış Türkiye soluna egemen durumda.” dır.(2)
Haksızlık etmemek gerekirse 2000’li yılların başlarında, neoliberal tarım politikalarının saldırısını hızlandırdığı bir dönemde ÖDP bu alana kafa yormuş, köy köy dolaşarak ürün bazında ‘Üretici Kurultayları’ düzenlemiş, tütün’de , zeytin’de, çay’da yaşanan sorunlara ilişkin üretici mitingleri örgütlemiş, çiftçilere dönük gazete çıkartmıştır. Ürün bazında örgütlenen Çiftçi Sendikaları da Üretici Kurultayları’nda alınan kararlar doğrultusunda hareket eden üreticiler tarafından kurulmuştur. Ancak kısa bir süre sonra ÖDP de bu alanı kendi haline bırakmış, çiftçilere dönük gazete çıkartmaktan vazgeçmiş, tarım, enerji, su politikalarının yaratmış olduğu sorunlara ilişkin yeni çözümler ve politikalar üreterek bu alana ilişkin başlatmış olduğu çalışmaların devamlılığını sağlayamamıştır. ÖDP’de bu konuda sol’un genel alışkanlıkları kervanına katılmıştır. Daha sonra oluşan ÖDP’nin de yer aldığı “Birleşik Haziran Hareketi” de bu alanın problemlerini öncelikli politik meselelerden birisi olarak görmemiştir. Kırsal alanın “ekonomik, politik ve ideolojik altyapısını araştırma, yönelim belirleme ve o sorunu yaşayanlarda farkındalık yaratma, mücadeleyi örgütleme ve önderlik etme gibi refleksleri”(3) göstermekte zorlanmıştır. Bu nedenle Haziran’da HAYIR!’ı örgütleme çalışmaları sırasında kırsaldaki çalışmaların önünü açacak tarzda politikalar ve materyaller üretememiştir.
Halbuki “Bu günkü neo-liberal yeni sermaye birikim sürecinin, (enerji, gıda ve suyun egemenliğinin küresel şirketlerin denetimine bırakılması ve buna uygun inşaat yatırımlarının yapılabilmesinin) uzun süreli uygulanabilirliği de her türlü nispi demokratik ortamın ortadan kaldırılmasından” geçtiği ve “Türkiye hızla mezhepçi, faşist bir diktatörlüğe gidiyorsa bunun nedeninin, neo-liberal emperyalist politikaların siyasal üstyapıda karşılığını yaratma ve sermaye birikiminin sürekliliğini sağlama çabası” (4) olduğu kavranmış olsaydı bu alan boş bırakılmaz bu alana ilişkin politika üretme ve örgütleme çabası hız kazanabilir ve kırsal alandan daha güçlü bir HAYIR! çıkabilirdi.
Referandum öncesi AKP hükümeti bir “Kanun Hükmünde Kararname” (KHK) yayınlayarak çay üretimini ve üreticisini teşvik etmek, desteklemek için kurulan ÇAYKUR’u “Varlık Fonu” na devretti. Türkiye’de çay üretiminin tarihi çok eski değildir; Çay cumhuriyetin ilk yıllarında, Karadeniz’deki işsizlik, yoksulluk ve göç sorununu çözmek için, küçük aile tarımı esas alınarak, üreticilere teşvik ve destek verilerek, bir kanunla tarımsal üretimine başlanmış ve çay sanayisi de 1940 lı yıllarda bu nedenle kurulmuştur. Gene referandum öncesi, çiftçilere en fazla kredi veren ve 1863 yılında “ezilen çiftçilerin dertlerine çare bulunabilmesi” için çiftçilerin kendi kaynakları ile kurulan (Bknz.Ziraat Bankası tarihi) ve daha sonra “Ziraat Bankası” adını alacak olan “Memleket Sandıkları” da Varlık Fonu’na devredildi. Referandum sonrası da Çaykur’un “bazı borçlar karşılığı teminat olarak gösterildiği” haberleri dolaşmaya başladı. Yani Varlık Fonu Osmanlının Duyun-u Umumiye’sinin yerini almaya başladır. Bu durum Anayasa değişikliği referandumunun “neo-liberal emperyalist politikaların siyasal üstyapıda karşılığını yaratma ve sermaye birikiminin sürekliliğini sağlama çabası” olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Hindistan’lı düşünür, araştırmacı ve aktivist Vandana Shiva “Ekonomik diktatörlük, seçimlere dayalı temsili demokrasiyi sarıp sarmaladığında, dini köktenciliğin ve sağ kanat aşırıcılığın zehirli bir şekilde büyümesi kaçınılmazdır Bu nedenle, şirket küreselleşmesi sadece demokrasinin ölümüne neden olmakla kalmaz, aynı zamanda dışlamanın, nefretin ve korkunun, oyları ve iktidarı yönlendirmenin siyasi araçları haline dönüştüğü bir demokrasiye, ölümün demokrasisine de neden olur.” (Bkz.Yeryüzü Demokrasisi. Sayfa.18) diyerek bu durumu tarif etmektedir.
Kısacası Türkiye hızla mezhepçi, faşist bir diktatörlüğe götürülüyorsa bunun nedeni sadece AKP’in kendine özgü politikalarından dolayı değil, neo-liberal emperyalist politikaların bunu gerektirmesinden dolayıdır.(5) Bu nedenle HAYIR!’ı çoğaltmak istiyorsak “Sol, tasfiye edilen (ve tasfiye edilmeye devam edecek olan )3,5 milyon küçük üreticinin örgütlenmesini de politik bir görev olarak algılayıp politikalarının temel yönelimine almadı. Halbuki Dünya nın değişik ülkelerinde neoliberalizmin dayattığı politikaların ne anlama geldiğini kavrayabilen ve buna karşı da mücadele yürüten muhalefet hareketleri gelişebiliyor.” (6).
Sol ve sol akademisyenler işin kolayına kaçmadan “Kentler Hayır dedi, Kırsal kesim/köylüler Evet dedi” kolaycılığına kaçmadan referandumda Hayır oyu verenlerin sosyal, siyasal ve ekonomik gerekçelerini iyi araştırarak referandum sonuçlarını değerlendirmelidirler. Tekrarlarsam “Uygulanan enerji, su ve gıda politikalarıyla tohumunu, suyunu, toprağını ve üretme hakkını kaybetmeye başlayan ve toplumsal mücadelenin en önemli dinamiklerinden birisi olacak olan küçük üreticilerle nasıl buluşulacağına dönük çabalar ve politikalar söz konusu olamazsa başarı şansımız yoktur.”(7) Onlara ulaşmamız onların sorunları üzerinden gerçekçi politikalar üretmemiz, onlarda farkındalık yaratarak onlarla birlikte mücadeleyi örgütlememiz gerekir. Kırsal nüfusla/köylülerle nasıl buluşuruz,Hayır’ı nasıl büyütürüz, onlarla birlikte mücadeleyi nasıl örgütleyebiliriz? (8) Sorusuna doğru cevaplar bulabilmek için tartışmaya ve araştırmaya ihtiyacımız vardır.
Bugün köylüler sadece gıda şirketlerinin sömürüsü ve saldırısı altında değildirler, sadece uygulanan tarım politikalarından etkilenmiyorlar. Küresel sermayenin su politikalarının da, enerji politikalarının da, savaş politikalarının da, iklim değişikliğinin de doğrudan olumsuz etki alanı içindedirler. Bu politikalar yüzünden tohumları ellerinden alınıyor, toprakları ve suları gasp ediliyor, üretme hakları ellerinden alınıyor. Kısacası küresel sermaye “Gıda Egemenliği”ne yoğun bir şekilde saldırıyor.
“Bugün küresel sermayenin temel politikaları ve yönelimleri net. Sol’da ise mücadele dinamikleri ve yöntemleri konusunda muğlaklık söz konusu, soyut bir antikapitalist ve antiemperyalist bir söylem söz konusu. Bu söylemin günlük yaşamda nerelere ve nelere tekabül ettiğini ise somutlaştıramamakta. Halbuki “küreselleşme mağduru” kavramının tam da içini dolduran kesim küçük üreticiler ve bu üreticiler 21. yüzyılın temel mücadele dinamiği olmaya ve sermayenin dayattığı üretim biçimine alternatif olmaya adaylar.” (9)
Dünyanın bir çok ülkesinde köylülerdeki bu potansiyeli görebilen sol, devrimci hareketler büyüyebildiği gibi kapitalizme alternatif yeni bir toplumsal düzenin alternatiflerini de kırsalda yaşıyor, yaşatıyorlar. Ve bu süreci Gıda Egemenliği’ne sahip çıkmak olarak tarif ediyorlar. ‘Gıda egemenliği nedir?’ sorusuna da “ortak varlıklarımızın yönetiminin kolektif ve demokratik olmasını, toplumsal denetim süreçlerine dayanmasını amaçlayan yeni bir toplumsal düzen istemek ve bu toplumsal düzen için mücadele etmektir” diye cevaplıyorlar.(10) Böylesine bir hedefin sadece köylülerin mücadelesiyle ulaşılabileceğini düşünmüyorlar. Tüketicilerle, sosyal hareketlerle, işçilerle, göçmenlerle, göçerlerle, balıkçılarla, aydınlarla dayanışarak bu mücadelenin kazanılabileceğine inanıyor ve çabalıyorlar.
Böylesine bir anlayış kooperatifleri ve ürettikleri ürünleri sadece kooperatif üyelerinin denetlemesiyle yetinmez, o ürünleri tüketenlerinde üretim süreçlerinde ve kooperatiflerin işleyişinde karar ve denetim sahibi olmasını gerekli kılar. Kısacası referandumda “Evet” saflarında yer alan şirketlerin ürünlerini boykot ederek sistemin şirketleştirdiği kooperatiflerin ürünlerini tüketerek bu başarılamaz. HAYIR!’ı çoğaltmak istiyorsak HAYIR!’ların da içini de doldurmamız gerekmekte. Sorunlara gerçekçi çözümler aramak bunun için bir başlangıç olabilir.
(1)Kırsal itirazını Hayır’la göstermiştir. Adnan Çobanoğlu birgun.net
(2)Sol’un krizinin çözümü belki de bir “Çiftçi Partisi”nde… Adnan Çobanoğlu uzumsen.org
(3) Hayır’ı nasıl çoğaltabiliriz. Adnan Çobanoğlu birgun.net
(4-5) Neo-liberal Politikalar ve Sur, Silopi ve Cizre’de “Kentsel Dönüşüm!” – Adnan Çobanoğlu muhalefet.org
(6) Sol’un krizinin çözümü belki de bir “Çiftçi Partisi”nde.. Adnan Çobanoğlu uzumsen.org
(7-8) Hayır’ı nasıl çoğaltabiliriz. Adnan Çobanoğlu birgun.net
(9) Sol’un krizinin çözümü belki de bir “Çiftçi Partisi”nde.. Adnan Çobanoğlu uzumsen.org
(10) Gıda Egemenliği Hemen Şimdi !.. Adnan Çobanoğlu uzumsen.org