Covid-19 salgını ve peşi sıra gelen gıda krizinin yoksulları daha çok etkilediği aşikar. Uygulanan neoliberal politikaların gereği olarak devletler “sosyal devlet” olma esprisinden vazgeçerek, sağlık sistemlerini özelleştirmiş, gıda sistemlerinin de şirketlerin kontrolüne geçmesine göz yummuşlar, hatta uyguladıkları tarım ve gıda politikaları ile destek olmuşlardır. Dolayısıyla yaşanılan gıda krizinin nedeni yeterli gıdanın üretilmemesi değil, şirketlerin kontrolündeki gıdayı yoksulların alım güçlerinin olmamasıdır.
Sermayenin küreselleşmesi doğal olarak yarattığı problemlerin de küresel olarak yaşanmasına neden oluyor. 20. yüzyıl sonları ve 21. yüzyıl başlarında yaşanan, “Küresel kriz” dalgası da, kapitalizmin bundan önceki krizlerinde olduğu gibi yeniden yapılanmasını ve yeni sermaye birikim yöntemlerini geliştirmesini beraberinde getirdi. Tarımsal üretimin ve gıdanın kontrolü, doğanın metalaştırılması bu yeni sermaye birikim yöntemlerinin başında geliyor.
Bilindiği gibi kapitalizm, emperyalizm çağındaki dünyayı etkileyen ilk büyük krizini “29 buhranı” diye tabir edilen krizle yaşamış, krizden çıkışın yolunu Faşizm ve Savaş’ta bulmuştu, tekelci sermayenin en gerici, en şovenist kesimlerinin doğrudan iktidarı olan faşizm bir yandan en küçük demokratik kıpırdanmayı kanla bastırırken diğer yandan da savaş politikaları ile sermaye birikimi sürecini yeniden şekillendirmişti.
Bir yandan İngiltere gibi emperyalist ülkelerin sermaye birikim süreçlerinin zayıflaması ve ağırlıkla da 29 Bunalımı’ndan sonra büyüyen kriz, diğer yandan faşizmin iktidarda olduğu ülkelerin yayılmacı politikalarına komşularına savaş açarak sürdürmeleri 2. Paylaşım Savaşı’nın çıkmasına neden olmuştu. Uygulanan bu ekonomik ve siyasi politikalar yüzünden en büyük zararı da her zamanki gibi yoksul halk kitleleri görmüştü. Savaşın bitmesiyle birlikte de “Emperyalizmin ikinci bunalım dönemi” diye tabir edilen dönemi bitmiştir.
Savaş sonrası koşullarda öne çıkan emperyalist devletler/güçler dünyanın ekonomik düzenini yeniden yön verirken “Keynesçi ekonomi” diye tabir edilen, azgelişmiş veya gelişmemiş ülkelerde iç pazarı geliştirmek için vatandaşların refah düzeyini biraz yükseltmeyi hedefleyen bir ekonomik politikayı dönemin belirleyici politikası olarak uygulamaya koymuşlardı. Emperyalizm, “Yeni sömürgecilik” adıyla anılan bu yeni sermaye birikim sürecinde artık tankıyla, topuyla bir ülkeyi işgal etme, o ülkenin pazarını ve yer altı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirme yerine, “İthal ikameci ekonomik model” diye ifade edilen ve azgelişmiş ülkelere “montaj sanayi” kuran yatırımlara yönelerek, sömürgecilik yöntemlerini değiştirmişti. Böylelikle pazar olarak gördükleri ülkelerde montaj sanayisini geliştirerek bazı malları o ülkenin sınırları içinde üreterek hem istihdam sağlama görüntüsü vermişler, hem yüksek gümrük duvarlarını aşmışlar, hem de ülkedeki emperyalizme dönük tepkileri zayıflatmışlardır. Bu ülkelerden elde ettikleri kârları da kendi ülkelerine aktararak sermaye birikim süreçlerinin devamlılığını sağlamışlardır.
Tabii ki her yeni sermaye birikim süreci yeni bir siyasal üst yapı organizasyonunu da beraberinde getirmektedir.” İthal ikameci ekonomi” modelinin siyasal üst yapıdaki tezahürü de “sosyal devlet” adı altında ortaya çıkmıştır. “Sosyal devlet” bir yandan vatandaşlarının alım gücünü artıracak ekonomik programlar uygularken diğer yandan da nispi demokrasiyi uygulamaya çalışmıştır. (Örneğin Türkiye’de çok partili yaşama geçiş, sendika hakkı vb. bu döneme rastlar).
Bu yeni sömürgecilik ilişkilerinin tarım politikaları da çiftçileri girdilerde şirketlere bağımlı hale getirmeye hizmet edecek tarzda yeniden şekillendirilmiştir. Adına “Yeşil Devrim” denilen, “tarımsal üretimde artış, verimlilikte artış” sağlamak adı altında, şirketlerin geliştirdiği hibrit tohumların, kimyasalların kullanımı ve makineleşme teşvik edilmiştir. ABD “Marshall Yardımları(!)”nı verirken Türkiye’ye “tarıma dayalı kalkınma programı” tavsiye etmiş ve kendi uzmanlarının denetiminde başlamıştır. Böylelikle Amerika’nın tanktan bozma traktörlerine, Nazilerin “gaz odaları”nın gaz üretimlerini sağlayan fabrikalarına pazar yaratılmıştır. Bu fabrikalar yeni süreçte toprağı ve doğayı yok eden kimyasal gübre, kimyasal zehir vb. imal edip satmışlardır.
Bu tarımsal üretim tarzı pahalı bir üretim tarzıdır, bu nedenle hükümet sistemi oturtmak için; çiftçilere kredi olanakları yaratmak, girdilerin teminini sağlamak için kooperatifleşmeyi de teşvik etmiştir. Bununla da yetinmemiş, taban fiyat uygulamaları, destekleme alımları gibi destekler de vermişlerdir. Ancak emperyalizm çağında; uygulamaya konulan Keynesci ekonomi ve devlet anlayışının da kapitalizmi içine düştüğü bunalımlardan uzun süreli kurtarabilme şansı olmamıştır.
Akıl hocalığını ekonomist Freidman’ın yaptığı yeni sermaye birikim sürecinde de bizim gibi ülkelere düşen rol dış pazara (ihracata) dönük üretimlerin yapılması, iç pazarın kısılması, bunu sağlamak içinde vatandaşların alım gücünün azaltılmasıdır. Bu geçişi sağlamak içinde devletin sosyal harcamaları azaltılır, işçi ücretleri düşürülür, çiftçilere verilen desteklerden vazgeçilir, devlet işletmeleri özelleştirilir v.b. Türkiye’de “24 Ocak kararları” diye bilinen bir dizi ekonomik karar bu amaçla alınmıştır. Tabii ki “İhracata yönelik sanayileşme modeli” diye yutturulmaya çalışılan böylesine bir ekonomik politikayı hızlı bir biçimde uygulayabilmenin yolu da ancak baskı ve terör yöntemleriyle mümkündür. 12 Eylül faşist darbesi de emperyalizmin bu isteğini yerine getirmek için yapılmıştır. (Amerika’nın “bizim çocuklar darbe yaptı” söylemi boşuna değildir) Aynı yıllarda emperyalizmin biçtiği rol gereği “ithal ikameci” modelden “ihracata yönelik sanayileşme” modeline geçmeyi çıkış yolu olarak gören birçok ülkede benzeri darbeleri görürüz. Çünkü altyapıdaki değişikliğe uygun düşecek bir üst yapı değişikliği de zorunludur.12 Eylül yaptığı darbe anayasası ile de siyasal üst yapıdaki değişikliği kalıcı hale getirmiştir. Ancak kapitalist birikim sürecinin kısa bir döneminde rahatlama sağlayan bu uygulamalar sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayamamıştır. İçinde yaşadığımız dönemde de emperyalizmin sermaye birikim sürecinin yeni bir krizi ile karşı karşıya kalınmıştır.
80 li yıllardan itibaren yaygınlaştırılmaya çalışılan neoliberal politikalarla emperyalizm 3 ana alanda tam kontrol arayışı içine girmiştir; enerji kaynakları, su ve gıda. (1)
ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’ın “Enerjiyi kontrol edersen ülkeleri,yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin” diyerek emperyalizmin yönelimlerini belli etmiştir. Gene bu konuda,1974 yılında Roma’da düzenlenen dünya gıda konferansında Amerika tarım bakanı uygulayacakları politikalardaki yönelimlerini şu şekilde ifade etmekteydi; “gıda pazarlık sandıklarında en önemli araçlardan biridir insanların size güvenip dayanmalarının size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle iş birliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntemdir.”(2)
SU
20.yüzyıl sonlarına doğru da su, küresel sermayenin istemleri doğrultusunda, “canlıların yaşam hakkı” olmaktan çıkarılıp “meta” haline getirilmeye çalışılmış, sermayenin “SU”ya egemen olma isteği başlı başına bir politik tutum olarak bütün hükümetlere dayatılan bir olgu olmuştur. 1995 yılında Dünya Bankası Başkan Yardımcısı İsmail Serageldin “Bu yüzyılın savaşları petrol için veriliyorsa, gelecek yüzyılın savaşları su için verilecektir” (3) diyerek 21.yüzyılda küresel sermayenin yönelimlerini açıkça ifade ediyordu. Bu nedenledir ki; sadece sömürge/yeni sömürge ülkeler değil gelişmiş ülkelerde de su içme suyundan başlayarak özelleştirme kapsamına alınmıştır. Bugün birçok ülkede su kaynakları ve su yollarının özelleştirilmesi girişimleri de yasal düzenlemelerle güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Suyun ticari bir meta haline getirilmesi sadece içme suyunun özelleştirilmesini sağlamayacak tüm su kaynaklarının ve su yollarının Uluslararası su tekellerinin denetimine geçmesi anlamını taşıyacaktır.
Suyun piyasa ekonomisine açılması halinde tarımsal üretimin en önemli girdisi olan ve verimlilik üzerinde büyük etkisi bulunan su paralı duruma gelecek. Kuraklıkları ve Dünya’da kullanılabilir suyun %70 e yakınının tarımsal üretimde kullanılıyor olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bunun ne anlama geleceği açık. Tarımsal üretimde de parası olan suyu kullanabilecek. Suyun paralı duruma gelmesiyle birlikte çiftçi suyu kullanamayacak, tarımsal üretim gerileyecek, verimlilik düşecek, gıda fiyatları yükselecektir.
Enerji:
1970 li yıllara gelindiğinde dünya “Petrol krizi” diye adlandırılan yeni bir kriz dalgası kapitalizmi etkilemiş, sermaye birikim sürecinde tıkanıklıklara yol açmıştır. ”İthal ikameci ekonomi modeli”ne alternatif ekonomik model arayışları içine giren emperyalizm çareyi, Keynesci ekonomik modeli terk ederek neoliberal politikalarında başlangıcı sayılabilecek bir süreci başlatmakta bulmuştur. Petrol krizi aynı zamanda sermayenin alternatif enerji arayışlarına da beraberinde getirmiştir. Özellikle 1973 ve 1979 petrol krizleri sonrası emperyalist ülkeler, doğada var olan ve sürdürülebilir(!) alternatif enerji kaynaklarına dönük araştırma laboratuvarları vb. yatırımlara yönelmişlerdir. Buldukları çözüm önerileri de; yeni sermaye birikim aracı olarak suyun, havanın, doğanın metalaştırılmasıdır. (4)
Sermaye bu süreçte ortaya çıkacak tepkileri yumuşatmak için “enerji açığımız var, fosil yakıtlar gibi etrafa sera gazı yaymıyor, iklim değişikliğine sebep olmuyor, doğa dostu, yeşil enerji, bitmeyen, sürekli yenilenebilen enerji vb.” söylemlerle kamuoyunu ideolojik bir bombardımana tutmuş ve başarılı da olmuştur. Devletlerin enerji politikalarında bu yeni enerji sistemleri önemli bir yer tutmaya başlamıştır.
Doğanın yağmalanmasını ve ekolojik dengenin bozulmasını hızlandıran bu enerji sistemleri aynı zamanda çiftçilerin tarımsal üretiminin de aleyhine olmuştur. Akarsuların üzerine kurulan HES’lerle çiftçilerin ve diğer canlıların suya erişim hakları ellerinden alınmıştır. Sadece ortak müştereklerden olan akarsular değil, akarsuların çevresindeki arazilerin nasıl kullanılacağı da şirketlerin denetimine geçmiştir. Çünkü akarsudan yararlanarak üretim yapan çiftçiler şirketlerin “can suyu” adı altında saldığı sulara ulaşmak için bile HES şirketlerinin desteklediği bitkisel üretimi yapmak zorunda kalmışlardır. Suların hapsedilmesi nedeniyle bazı canlı türleri azalmış, ekolojik denge bozulmuş, bitkisel üretim için zararlı bazı böcek türlerinin popülasyonları çoğalmış, başta çay ve fındık başta olmak üzere bitkisel üretime aşırı zarar vermeye başlamıştır. (5) )
RES,GES ve JES gibi enerji sistemlerinde de durum farklı değildir. Bu enerji sistemleri de öncelikle tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının en güzel örneklerindendir. Büyük bir çoğunluğu tarımsal üretim yapılan arazilerin üzerlerine kurularak bu arazilerin tarım dışına çıkartılmasına neden olmuştur. JES’ler için durum daha da vahimdir; Jeotermal akışkanlar yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını da, kurulu arazi dışındaki tarım yapılan arazileri de, havayı da, üretilen bitkisel gıdayı da zarar vermekte, kirletmektedir. (6)
GIDA
Emperyalizmin enerji kaynaklarının denetimi için savaşlar çıkarttığı, ülkeler işgal ettiğini herkes bilmektedir. ABD nin Irak işgali bir yandan orta doğudaki petrol kaynaklarına dönük hesaplarıyla ilgiliyse de diğer yandan tarım ve gıda politikaları ile ilgilidir.
ABD Irak’ı işgal ettikten sonra Irak ekonomisi Pentagon tarafından idare edilmeye başlandı.Geçici Koardinasyon Güçleri’nin (işgalçi Otorite) başına Kissenger’in danışmanlık şirketinden Paul Bremer getirildi.Bremer yönetimindeki işgalçi otorite 100 kanun çıkarttı.”Bremer Kanunları” diye anılan kanunların 81.si ile Irak’ın bütün tohum ve gen bankalarına el konulduğu gibi Irak’ta tarımsal üretim yapmak isteyen herkes ABD şirketi Monsanto’nun tohumlarını,büyük ölçüde de GDO’lu olan tohumlarını kullanmak zorunda bırakıldı. Iraklı çiftçilerin kendi tohumlarını kullanması yasaklandı. Türkiye’de ise işgale gerek kalmadan bu politika uygulanmaya kondu. 2006 yılında çıkartılan “Tohumculuk Kanunu” diye bilinen kanunla devlet tohum üretimi alanının dışına çıkarıldı.
Tohumun sertifikalandırma ve ticaret ve denetimi şirketlere bırakılarak şirketler, çiftçilerin kolektif çabalarıyla binlerce yılda ıslah ederek geliştirdikleri tohumların sahibi haline geldiler. AKP Hükümeti vereceği “Tarım destekleri”nde de sertifikalı şirket tohumu kullanılmasını şart koştu. Kendi atalık tohumlarıyla üretim yapan çiftçileri destekleme dışında bıraktı. Böylelikle de çiftçilerin bir çoğu tohum ihtiyacını şirketlerden karşılamaya mecbur kaldı..
ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’ın “Enerjiyi kontrol edersen ülkeleri, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin” sözü artık karşılık bulmaya başlamıştır.
Bu sürecin parçası olan Türkiye’de neler olduğunu kısaca hatırlatırsak.
24 Ocak kararlarıyla başlayan süreçte;
-
- Tarımsal KİT’ler özelleştirilerek satıldı.
- Tarım Satış kooperatifleri/Birlikleri üzerindeki devlet vesayeti kaldırıldı, ama bu kez Dünya Bankası’nın dayattığı bir program çerçevesinde çıkarılan Tarım Satış Kooperatifleri ve Birliklerine ilişkin yasa ile “Yeniden yapılandırma Kurulları” oluşturuldu. Kurullar birlik yönetimlerinin üzerinde bir yetkiyle donatıldı. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerinin şirketlere dönüştürülmesinde “Yeniden Yapılandırma Kurulları” belirleyici hale getirildi. (2009 ocak ayından itibaren programın süresi bitti)Bu kurullar aracılığıyla, bir yandan kooperatiflerin sanayi tesisleri AŞ.’ye dönüştürülerek satılmaya zorlandı (İzmir Çiğli’deki Tariş İplik Fabrikasının kapatılarak arazisinin satılması bu durumun yol açtığı önemli bir örnektir), diğer taraftan Birlikler’e şirketlerle ortaklık kurdurularak yeni yatırımlar yaptırıldı. Birliklerin devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından herhangi bir mali destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engeller konuldu.
- Köy hizmetleri genel müdürlüğü “Tarım şirketleştirileceğine, çiftçi yok edileceğine göre artık köye ve köylüye hizmet götürmeye gerek yoktur” mantığıyla kapatıldı.
- Tarımsal Araştırma Enstitüleri birer birer kapatıldı.
- Taban fiyat uygulamasından ve destekleme alımlarından vazgeçildi.
- Su ürünleri, Gıda kalite kontrol, Veteriner işleri, Ziraat işleri, Zirai ilaçlama ve Karantina, Toprak-Su genel müdürlükleri kapatıldı. Tarım arazileri kar amaçlı olarak konut ve sanayiye açıldı.
- Çay-Kur ve Tekel’in tekelliğine son verildi.
- Şeker Yasası,Tütün Yasası gibi yasalar çıkarılarak bu alandaki üreticiler, tarımsal üretimi bırakmaya zorlandı
- Gıda üretim alanları enerji üretimleri için (tarımsal yakıt üretimi de dahil) gasp edilmesi yaygın hale geldi.
- Buğday, arpa vb. gibi hububat ürünlerinin hasat dönemlerinde hükümet bu ürünlerin yurtdışından gümrüksüz ithalatına izin vererek üreticinin satış fiyatlarını baskılandırdı.
- TMO piyasayı şirketler lehine baskılandırma aracı olarak kullanıldı.
Tarımın şirketlerin denetimine geçmesine dönük uygulama ve zorlayıcı yasa örneklerini çoğaltmak mümkün. Ama yukarıdaki örnekler bile süreci anlatmakta yeterli.(7)
Tabii ki sermayenin bu hedeflere ulaşması birden bire olmamaktadır; Ulusların damak tadını değiştirme girişimlerinden tutunda (Türkiye’ye “Marshall yardımları” adı altında okullarda çocukların içmesi için süt tozu, börek vb. yapılarak yemeleri için margarinler verilmiştir.), tarımsal ürün çeşitliliğini azaltma, tarımsal üretimi su ve enerjiye daha çok bağımlı hale getirme çalışmaları, tohumu kısırlaştırma, bitkilerin genleriyle oynama araştırma ve uygulamalarına, tohumları patentlemeye dönük yasal düzenleme ve uygulamalara, “kırsal kalkınma programları” adı altında teşvik kredileri vermeye, uluslararası ticaret kurallarının değiştirilmesine vb. kadar bir dizi sürecin ürünüdür. Endüstriyel gıda sistemi denilen bu sistem; gıdayı bir meta, tohumdan başlayarak gıda üretimi ve tüketimini bir rant, sömürü ilişkisi olarak görmekte ve bütün tarımsal, ticari, siyasi politikalarını buna göre oluşturmakta, uygulamakta, dayatmaktadır. Bu politikaların ve dayatmaların sonucudur ki; çiftçiler topraklarını bırakmaya zorlanmakta, dünyada açlık sorunu, ekolojik tahribat, iklim krizi vb. sorunlar derinleşmektedir. (8)
21. Yüzyıl başlarında da 3-5 gıda ve tarım şirketi dünyadaki tarımsal üretimin % 80 ninde ama tohumuyla, ama kimyasal zehirleriyle,ama pazarlamasıyla söz sahibi olur hale gelmiştir. GDO’lu ve terminatör tohumlar bu süreci hızlandırmıştır.1997 yılındaki DuPont’un Pioneer’ı satın alması tarım kimyasallarını üreten şirketin tohum üreten şirketi bünyesine katarak hem tohumu hem de tarım kimyasallarını üreterek tarımsal üretimi girdilerde kendine bağlamasına güzel bir örnektir.
Benzeri bir örnek 2016 yılında Alman kimya ve ilaç devi Bayer’in dünyanın en büyük tohum üreticisi Amerikan şirketi Monsanto’yu satın alarak hem tohumu, hem tarım zehirlerini, hem de bu zehirlerin hastalandırdığı insanları tedavi edici ilaçları üreten en güçlü şirket haline gelmesidir.
Bir başka örnekte İsviçre kökenli Syngenta’dır. İsviçre kökenli kimya şirketi olan Novartis insan hastalıkları için ilaç ürettiği gibi hem de tarımsal üretimde kullanılan kimyasalları üretmekteydi. Aynı şekilde AstraZeneca adlı şirkette hem insan hastalıkları için ilaç üretmekte, hem de tarımsal üretimde kullanılan kimyasalları üretmekteydi. Bu iki şirket tarım kimyasalları üreten bölümlerini birleştirerek Syngenta’ yı kurmuşlardır. 2015 yılında da bir Çin şirketi tarafından satın alınmıştır. Aynı zamanda Syngenta’nın küresel tohum piyasasında da önemli bir payı vardır. Dünyanın önemli bir biyoyakıt üreticisidir de. Bu örnekler küresel şirketlerin tarımsal üretimi ve gıdayı dolayısıyla da insan sağlığını, ne derece kontrol edebileceklerinin/ettiklerinin önemli göstergeleridir.
Tarımın şirketlerin denetimine geçmesine dönük uygulama ve zorlayıcı yasa örneklerini çoğaltmak mümkün. Ama yukarıdaki örnekler bile süreci anlatmakta yeterli. Bu sürecin bir başka yanı; egemenlerin, uygulanan neoliberal ekonomi politikaların getirdiği sosyal ve siyasal problemlerin çözümünü de merkeziyetçi ve otoriter siyasal sistemlerin oluşturulmasında görmesidir. Bu politikaların uygulandığı ülkelerin birçoğunda milliyetçi, dinsel gerici liderler ve partiler hükümet olmuşlardır. Ekonomideki liberalizm, siyasette liberal demokrasiye dönüşmemiş, aksine otoriter rejimlere dönüşmüştür.
Endüstriyel Tarım uygulamalarının ekolojik dengeye etkisi:
Bitkiler fotosentez yaptıklarında atmosferdeki karbonu çekerler, karbonun bir kısmı kendilerini yaşatmak için kullanırlar, bir kısmını da kökleri vasıtasıyla toprağa bırakırlar. Sağlıklı bir toprakta bu karbon stabil hale gelip binlerce yıl gömülü kalabilir. Toprağa bu özelliğini, içinde barındırdığı binlerce bakteri, böcek vb. canlılar verir. Endüstriyel tarım uygulamaları kimyasallarla toprağın altındaki binlerce canlıyı, bakteriyi öldürmüş, havayı, suyu kirleterek, toprağın karbon emme özelliğini ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla endüstriyel tarım iklim krizinin sebeplerinden birisidir de.
Küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımının çoğalması, toprağın ve suyun kirlenmesi,su kaynaklarının tükenmeye başlaması, bitkisel çeşitliliğin yok olması,küresel salgın hastalıklar (kuş gribi, domuz gribi, covit-19 gibi), yaygınlaşan kanser vakaları v.b. yeni belaları da dünyanın başına sarmıştır.
Ekosistemler iklimiyle, toprak yapısıyla, su kaynaklarıyla, bitki örtüsüyle, o bölgede yaşayan bakteri ve virüsler de dahil tüm canlılarıyla bir bütündür. Bu bütünün bir parçasındaki tahribat ve bozulma tarımsal üretimin ve gıda tedarikinin de krize girmesine neden olmaktadır. Çünkü ekolojik dengedeki bozulmalar (iklim koşullarındaki, toprağın, suyun özelliğindeki herhangi bir değişim) bazı ürünlerin de üretilememesini, bazı canlı türlerinin yok oluşuna, Covid-19 salgını sürecinde olduğu gibi bazı bakterilerin, virüslerin yeni konukçular aramasına neden olmaktadır. Bu sefer bu virüsler konukçu olarak insanları seçtiğinden dolayı tüm dünya yoğun hastalık ve ölümlerle karşı karşıya kalmış, iki yıldır dünyada yaşam bir anlamıyla durmuştur.
2008 yılında birçok ülkede yaşanmış olan, bugün de hemen hemen bütün ülkelerde yaşanan “Gıda Krizi” aslında gıda üretimi şirket tarımına terk edildiği zaman ne gibi sonuçlar doğuracağının anlaşılması açısından önemli bir veridir.
Dünya’da; uygulanan neoliberal politikalar karşısında Çiftçilerin/ Köylülerin mücadeleleri.
Küresel sermaye küçük üreticilerin üretime devam etmesini kendi iktidarlarının karşısında bir tehlike olarak görür, çünkü küçük üreticiler üretim yaptıkları sürece gıdaya dolayısıyla da insanlara tam olarak kontrol edemeyeceklerdir. Bu nedenlede küçük üreticilerin tasfiyesinin hızlandırılmasını istemektedirler. Dünya Bankası, İMF ve AB’nin dayattığı tarım politikalarına baktığımızda bunu net olarak görürüz. Neoliberal tarım politikaları uygulanmaya başlamadan önce ülkemizdeki tarımda çalışan nüfusun çalışan nüfusa oranı yüzde 35-36 iken bu gün Tuik verilerine göre yüzde 17 lere düşmüştür. Ülke nüfusu sürekli artmasına rağmen tarım alanları son 10 yılda yüzde 5; son 19 yılda ise yüzde 12 gerilemiş, resmi verilere göre kayıtlı çiftçi sayısı son 5 yılda yüzde 26; son 10 yılda yüzde 53 azalmıştır.(9) Bu sayılar ne kadar çok çiftçinin tarımsal üretimi bıraktı(rıldı)ğının göstergesidir. Bu durum bugün ülkemizde yaşanan gıda krizinin en önemli nedenidir.
Dünya nın değişik ülkelerinde sermayenin dayattığı neoliberal politikaların ne anlama geldiğini kavrayabilen ve buna karşı da mücadele yürüten muhalefet hareketleri de gelişmiştir. Suyun özelleştirilmesine karşı yürütülen mücadelede Bolivya’da, gıda için mücadelede Güney Afrika’da, Hindistan’da, İspanya ‘da binlerce kişi sokağa dökülmüş, Brezilya’da toprak işgallerinde yüzlerce insan hayatını kaybetmiştir. Kore’de çiftçilerle güvenlik güçleri günlerce çatışmış, Fransa’da GDO karşıtı eylemlerde tutuklamalar olmuştur.
Tarımın şirketleştirilmesine karşı dünyada milyonlarca çiftçi/köylü mücadele yürütmektedir. Uygulanan neoliberal politikalar farklı ülkelerdeki milyonlarca çiftçiyi/köylüyü olumsuz etkilemiştir. Farklı ülkelerdeki çiftçi/köylü örgütleri, sermayenin saldırılarına enternasyonalist bir örgütlenme ve mücadele ile karşı durabileceklerinin bilincinde olarak bir araya gelmeye başlamışlar ve 1993 yılında çiftçilerin/köylülerin enternasyonal örgütü La Via Campesina’yı (Çiftçi Yolu) kurmuşlardır. Çiftçi-Sen’inde üyesi olduğu La Via Campesina, Dünya genelinde 400 milyonu aşkın üyesiyle ve mücadelesiyle küçük çiftçilerin enternasyonal mücadele örgütü olmuştur.
La Via Campesina kurulduğu andan itibaren küçük çiftçilerin ve köylülerin tarım politikaları oluşturulması süreçlerinin dışında bırakılmasına ve neoliberal kırsal kalkınma modellerine karşı politika üretmiş ve mücadele yürütmüştür.(10) Bu mücadeleyi yürütenler temel politika olarak “Gıda Egemenliği”ni ve toprağa, suya erişimin “canlıların temel yaşam hakkı” olduğunu önlerine koymaktadırlar.
Gıda egemenliği nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır?
Kapitalizmin dayattığı gıda sistemine karşı durmak, gıdayı meta olmaktan çıkararak, piyasayla hesaplaşmaktır. Yerel tohumlara sahip çıkmak, tohumların patentlenmesine, GDO’lu tohumlara ve ürünlere karşı mücadele etmektir. Küresel İklim Krizi’ne gerçekçi çözüm sunmaktır. Daha az su, ilaç ve enerji kullanımı gerektiren ve dünyayı soğutacak bir üretim sistemi olan küçük aile tarımına sahip çıkmaktır. Doğanın ve tüm canlıların kimyasal ilaçlarla zehirlenmesine karşı çıkmak, kimyasal ilaç üreten şirketlere karşı mücadele etmek, ekolojik dengeyi korunmak demektir. Gıda egemenliği tüm canlıların gıdaya ve suya erişim hakkını savunmak suların ve su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı mücadele etmektir. Toprağa sahip çıkmak, tarım arazilerinin şirketler tarafından enerji ve maden yatırımları, otoyollar, konut ve fabrikalar için gasp edilmesine karşı mücadele etmektir. Gıda egemenliği; insanların geçimini yok eden, dolayısıyla onları göçe zorlayan sermayenin ve metaların serbest dolaşımını değil; halkların özgür hareketini istemektir. Üreticiler ve tüketiciler arasında rekabet ve çatışma yerine işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmektir. Tarım ve gıda politikalarının; gıdaya erişim hakkına dayanmasını, açlık ve yoksulluğun giderilmesini, temel insani ihtiyaçların karşılamasını, cinsiyetler arası eşitsizliğin kaldırılmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir. (11)
Neoliberal tarım ve gıda politikalarından olumsuz etkilenen köylülerin/ çiftçilerin, topraksız kır işçilerinin Küresel örgütlenmesi La Via Campesina ilk defa 1996 Dünya Gıda Zirvesi’nde “Gıda Egemenliği”ni dillendirmiştir. O günden bu yana da hem bunun için mücadele etmekte hem de geliştirmeye çalışmaktadır.
Sermayenin uyguladığı/dayattığı politikalara karşı mücadele eden çiftçilerin/köylülerin, emekçilerin, ekolojistlerin vb. çözüm önerileriyle, sermayenin çözüm önerileri aynılaşamaz, yakınlaşamaz, dolayısıyla sermayenin sunduğu çözüm önerilerine bel bağlanamaz. La Via Campesina sermayenin çözüm önerilerinin peşine takılmadan alternatif üretmiş, mücadele etmiş ve üretmeye, mücadele etmeye de devam etmektedir.
Gıda egemenliği, sadece gıda yetiştiren ve toplayanlar için bir talep değildir; yukarıdaki paragrafta da açıklamaya çalıştığım gibi, Gıda Egemenliği, La Via Campesina’nın toplumu bir bütün olarak dönüştürme önerisidir. Bu öneri zamanla kırsal kalkınma için alternatif bir bakış açısı olarak kırsal ve kent merkezli sosyal hareketler tarafından benimsenmiştir. (12)
KÖYLÜ HAKLARI DEKLERASYONU:
ÇİFTÇİ-SEN’in bileşeni olduğu La Via Campesina (Çiftçi Yolu) sermayenin doğayı metalaştırmasına karşı mücadeleyi de içinde barındıran Gıda Egemenliği fikrini ve mücadelesini geliştirmek/pekiştirmek, için kısaca “Köylü Hakları Deklarasyonu” diye ifade edilen “Köylüler ve Kırsal Bölgelerde Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Deklarasyonu”nu hazırlamış ve yoğun mücadelesi ve çabaları sonucu BM Genel Kurulu’nda 2018 yılında kabul ettirmiştir. Türkiye bu oylamada “çekimser” oy kullanmıştır.
“Köylü Hakları Deklarasyonu”nda kısaca neler vardır?:
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların doğal kaynaklara erişim, doğal kaynakları geliştirme hakkı vardır. Bu hakka bağlı olarak devletler de doğal kaynakları korumalı, bunun için önlemler almalı ve geliştirmelidir.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların doğrudan ve/veya temsilci örgütleri aracılığıyla kendi hayatlarını, topraklarını ve geçimlerini etkileyen politika, program ve projelerin oluşturulmasına, uygulanmasına ve değerlendirilmesine aktif, özgür etkili, anlamlı ve bilinçli bir şekilde katılma hakkı vardır. Devletler bu hakkın kullanılması için gerekli önlemleri almalı ve koşulları yaratmalıdır.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların gıda egemenliği hakkı vardır. Gıda egemenliği halkların sağlıklı, toplumun kültürüne uygun adil ve ekolojik bakımdan duyarlı yöntemlerle üretilmiş gıdaya ulaşma hakkını da kapsar. Bu hak, karar alma süreçlerine katılma ve kendi gıda ve tarım sistemlerini belirleme hakkını da kapsar. Devletler bu hakkın kullanılması için gerekli önlemleri almalıdır.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların yeterli yaşam standartlarını elde etmek, güvenli barış içinde ve haysiyetli biçimde yaşanacak bir yere sahip olmak ve kültürlerini geliştirmek için ihtiyaçları olan toprak, su kaynağı, deniz kıyısı, balık avlama alanları, otlak ve ormanlara erişmek, güvenli, temiz ve sağlıklı bir çevre hakkı vardır. Çevrelerinin, topraklarının, bölgelerinin veya kaynaklarının üretim kapasitesinin korunması ve muhafaza edilmesi hakkına sahiptir. Devletler; bu hakkı korumak, bu haklardan tam olarak istifade edilmesini sağlamak için gerekli önlemleri ayrımcılık yapmaksızın almalı, iklim değişikliği ile mücadelede uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmelidir.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların tohum hakkı vardır. Bu hak gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarıyla ilgili geleneksel bilginin korunması, gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarının kullanımından doğan faydaların paylaşımına adil katılım hakkını, gıda ve tarım için bitki genetik kaynaklarının korunması ve sürdürülebilir kullanımıyla ilgili konularda karar verme sürecine katılma hakkını, atalık tohum/üretme ve çoğaltma malzemelerini saklama, kullanma, takas etme ve satma hakkını, geleneksel bilgilerini sürdürme, kontrol etme, koruma ve geliştirme hakkını da kapsar. Devletler; Tohum hakkına saygı duymalı, onu korumalı ve gerçekleştirmeli ve ulusal mevzuatlarında bu hakkı tanımalıdır.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların bireysel veya toplu olarak, tarım, balıkçılık ve hayvancılık alanlarındaki biyolojik çeşitliliği ve bununla ilişkili bilgiyi koruma, devam ettirme ve sürdürülebilir şekilde kullanma ve geliştirme, geçimlerinin ve tarımsal biyoçeşitliliğin yenilenmesinin temelini oluşturan geleneksel tarım, kırsal hayat ve agroekolojik sistemleri sürdürme hakkı vardır. Devletler, bu hakkın kullanılması, biyoçeşitliliğin ve genetik kaynakların tükenmesinin önlenmesi, ve sürdürülebilir kullanımının güvence altına alınması, köylülerin geleneksel bilgilerinin korunması için gerekli tedbirleri almalıdır.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların Yaşam hakları ve tüm insan haklarından tam olarak faydalanabilmek için hayati önem taşıyan güvenli ve temiz içme suyuna erişim, tarım, balıkçılık, hayvancılık ve diğer suyla ilgili geçim faaliyetlerini güvenceye almak için su hakkı vardır. Bu suya ve su kaynakları yönetim sistemlerine adil erişimi, keyfi kesintiler veya su kaynaklarında kirlenme olmadan yararlanma hakkını da içerir. Devletler; ayırımcılık yapmadan, geleneksel ve topluluk temelli su yönetim sistemleri de dahil olmak üzere, suya erişime saygı göstermeli, bu erişim hakkını korumalı ve güvence altına almalı, aşırı kullanım ve tehlikeli maddelerin, özellikle endüstriyel sıvı atık, konsantre mineral ile ağır ve hızlı zehirlenmeye sebep veren kimyasalların doğurduğu kirlenmeye karşı, doğal su kaynaklarını, havzaları, akiferler ile sulak alanlar, göller, göletler, nehirler ve dereler dahil olmak üzere yer üstü su kaynaklarını korumalı, bunların yenilenmesini sağlamalıdır.
Köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların Ulusal ve yerel iklim değişikliğine uyum ve hafifletme politikalarının tasarım ve uygulamasına, pratik ve geleneksel bilgilerin kullanımını da kapsayacak biçimde katkıda bulunma hakkı vardır. Devletler köylülerin ve kırsalda yaşayan diğer insanların toprak veya bölgelerine, onların özgür, önceden verilmiş ve bilinçli onayı olmadan tehlikeli maddelerin atılmasını veya depolanmasını önleyecek etkin önlemler almalıdır. (13)
Görüldüğü gibi “Köylü Hakları Deklarasyonu”nun BM de kabulü La Via Campesina’nın “Yerel Mücadele, Küresel Direniş!” şiarıyla yürüttüğü çiftçi/köylü enternasyonalizminin önemli bir başarısıdır. “Küreselleşme mağduru” kavramının tam da içini dolduran kesim küçük çiftçiler/köylülerdir. Bu küçük çiftçilerin/köylülerin mücadelesi sermayenin dayattığı üretim biçimine alternatif, gelecek toplum nüvelerini ve üretim ilişkilerini de içinde barındırmaktadır. Çiftçi/köylü enternasyonalizmi ve mücadelesi büyüdüğü ölçüde bu sürecin kaybedeni sermaye sınıfı/kapitalist sistem olacaktır. Adnan Çobanoğlu
Dipnotlar:
1-A.Ç. Sol’un Krizinin Çözümü Belki de Bir Çiftçi Partisi’nde… http://arsiv.ekoloji.org.tr/handle/20.500.12029/31857
2-(Earl Butz -ABD TarımBakanı-1974-ROMA)
3- bknz: Vandana Shiva- Su Savaşları
4- A.Ç. Sol’un Krizinin Çözümü Belki de Bir Çiftçi Partisi’nde… http://arsiv.ekoloji.org.tr/handle/20.500.12029/31857
5- Enerji yatırımları ve ekolojik tahribat / Adnan Çobanoğlu https://www.karasaban.net/enerji-yatirimlari-ve-ekolojik-tahribat-adnan-cobanoglu/
6- Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Tarımda Kullanımı ve Çevreye Etkileri-A.Ç. https://www.karasaban.net/yenilenebilir-enerji-kaynaklarinin-tarimda-kullanimi-ve-cevreye-etkileri-adnan-cobanoglu/
7- A.Ç. Sol’un Krizinin Çözümü Belki de Bir Çiftçi Partisi’nde… http://arsiv.ekoloji.org.tr/handle/20.500.12029/31857
8– A.Ç. Gıda Egemenliği Hemen Şimdi!. A.Ç. https://www.birgun.net/haber/gida-egemenligi-hemen-simdi-285743
10- A.Ç. Gıda Egemenliği Hemen Şimdi!. https://www.birgun.net/haber/gida-egemenligi-hemen-simdi-285743
11- A.Ç. https://www.yesildirenis.com/2020/07/09/adnan-cobanoglu-ile-soylesi-iki-farkli-kesimin-onerileri-ve-catismasi-bir-anlamiyla-sinif-catismasi-bundan-sonraki-surecin-yoneliminin-belirleyeni-olacaktir/
12- A.Ç.Yerel Seçimlere Giderken-I / Ne istiyoruz: ‘Gıda Güvenliği’ mi, ‘Gıda Egemenliği’ mi? https://www.karasaban.net/yerel-secimlere-giderken-i-ne-istiyoruz-gida-guvenligi-mi-gida-egemenligi-mi-adnan-cobanoglu/
Köylü Hakları Deklarasyonu’nun tamamı için bkz. https://www.karasaban.net/wp-content/uploads/UNDROP-Book-of-Illustrations-l-TR_icsayfalar_con.pdf